16 Mayıs 2011 Pazartesi

İSPANYA

İki hafta sürecek İspanya gezisi Granada’dan başladı. Yola çıktığımız günün akşamı Granada’ya vardık. İkişer gece Granada ve Malaga, sonra üç gece Madrid, vee, ver elini Barcelona. Sadece son durağı bile bir başına heyecan yaratacak geziye başlarken yerimizde duramıyorduk. Organizasyonu yapan yeğenim sakin görünüyordu, ama bilemiyorum. Bu vesile ile ona teşekkür ediyorum. Tüm gezi boyunca rehberimiz oldu, kaprislerimizi çekti.

GRANADA

Uçağımız Barcelona’ya indi, koştura koştura Granada seferini aramaya başladık. Sonradan anlaşıldı ki, transit yolcular için ayrı bir pasaport girişi var, öyle kuyruklarda beklememize gerek yok. Granada uçağı kapısını öyle kolay bulduk ki, şaşırdık adeta. Bu sevinçle karışık şaşkınlık fazla uzun sürmedi. Spainair bizim THY’dan daha iyi değil. Bir uzun süre uçağın gelmesini bekledikten sonra, daha bir uzun süre uçağın içinde bekledik. Yemeyenin malını yerler. Kalkışta 17. sıradayız. Granada’ya vardığımızda 2 saat kadar gecikmiştik.

Havaalanı servisinden indiğimizde gece yarısına az kalmıştı. O saatte oldukça sessiz olan yollarda beş adet tekerlekli bavul meğer ne çok ses çıkarıyormuş… Biz bile kendi gürültümüzden rahatsız olduk, ama yapılacak bir şey yok. Kaldığımız otel daha çok pansiyon havasında, küçük bir yer. Eşyaları bırakıp hemen bir şeyler yemek derdindeyiz.

Otelimize giderken pek çok yemek yeri açıktı, ama dışarı çıktığımızda masaları topluyorlardı. Eh, gece yarısına kalınca olacağı budur. Bizde o saatte açık bir tostçu falan bulursunuz, bu memlekette yok.

Neyse ki, 24 saat açık olan bir market zinciri var. Pek zengin olmasa da, temel ihtiyaçlarınızı karşılayabiliyorsunuz. Ekmek, peynir, salam, çukulata ve şarap alalım diyoruz ve ilk şoku yaşıyoruz. Saat 22:00’den sonra alkollü içki satışı yok! Biraların durduğu dolabı zaten açamıyorsunuz. İlkten yalnızca bira satılmıyor zannedip önemsemiyoruz, ve kasada geri çevriliyoruz. İspanya’ya gelişimizi portakal suyu ile kutluyoruz.

Ertesi sabah hemen İspanyol usulü bir kahvaltı yapalım diyoruz. Burası turistik bir yer, ama çalışanlar henüz bu duruma alışmamışlar diyelim. Böyle zamanlarda insan hemen Türkiye’yi düşünüyor. Birkaç yabancı kelime öğrenen insanımız, karşı tarafın derdini hemen anlayıp yardımcı olur. Burada öyle değil. Kahvaltı için konuştuğumuz garsona sıkıntıdan ter basıyor. Sonunda “pan con tomate” denilen, kısaca üzerine zeytinyağı, domates ve peynir konup ısıtılmış ekmeklerden yiyoruz.

Yemekten sonra hedefe doğru hareket ediyoruz. Bu şehir öğrenci dolu. Bir de Elhamra Sarayını görmeye gelen turistler var. Saray için kalkan bir belediye otobüsü için duraktayız. Otobüs durakları sanki bize göre hazırlanmış. Bu tüm İspanya’da böyle idi. Arkada bir çizelge, hangi otobüs nereden geçiyor belli. Size gereken otobüsü beklemek kalıyor.

Sarayda da organizasyon müthiş. Günler öncesinden biletinizi alabiliyorsunuz. İnternetten. Orada yalnızca rezervasyon kodunuzu girip biletin basılı kopyasını almak kalıyor size. Bu arada belirteyim, içerisi için bilet bulamadığımızdan, önden yalnızca bahçeyi geziyoruz. Akşam saraya bir kez daha geleceğiz. Ziyaretlerin hepsini saatinde yapmanız gerekiyor, kaçırırsanız iptal ediliyor.


Sarayın bahçesi bence otantik değil, ama çok güzel ve bakımlı. Uzun yıllar harap halde durduktan sonra yenilenmiş. Küçük bir sorunumuz var, yağmur. Bahçeyi gezerken iliklerimize kadar ıslanıyoruz. Karanlık ve kasvetli bir havada bahçenin fotoğraflarını çekmeye çalışıyoruz.

Çıkışta satış yerine giriyoruz. Bir de ne görelim, yağmurluk satılıyor! Dışarıda şortlu, parmak arası terlikli ve yağmurluk giyen insanların sırrı çözülüyor..

Bir koşu otele dönüp üstümüzü değiştiriyoruz. Bu arada öğlen yemeği zamanı geliyor, ve gözümüze hoş gelen bir lokantaya dalıyoruz. Garson İngilizce bilmese de idare etmeye çalışıyor. Tüm menü İspanyolca, sözlük yardımıyla bir şeyler seçiyoruz. Menüde giriş ve ana yemek olarak iki ayrı liste yapılmış. Bunlardan birer tane seçerseniz içecekle birlikte sabit fiyat ödüyorsunuz. Bunun dışında seçebileceğiniz diğer yemeklerin fiyatları ayrıca yazıyor. Bu tarz menüyü diğer şehirlerde de görüyoruz. Pratik bir şey.

Paella güzel, zeytinyağı soslu köz biber harika, yediğim peynir ve jambona bayılıyorum, balıklar tazecik. Porsiyonlar oldukça büyük. Kimimiz bitirmekte zorlanıyor. Kalkmamıza yakın ısmarladığımız yemekleri karıştırdığımızı ve ön sayfadaki liste dışında bir yemek söylemiş olduğumuzu fark ediyoruz. Olur böyle şeyler…

Yemekten sonra bir kent turu yapalım diyoruz. Otelden hepimize bir tane harita veriliyor. Dolayısıyla bu turun organizasyon yükünü taşıyan yeğenimin üzerine bir yük daha biniyor. Sürekli şimdi ne yapıyoruz, nereden gideceğiz diye sorup duran dört adet insan, sarayın yanındaki tepede yer alan Albaicin mahallesini görmek için yola çıkıyor. Yeğenim gezi rehberlerini sürekli sevgi ile anıyor, çok şükür bunu içinden yapıyor.

Albaicin adı verilen mahalle, Emevilerin zamanından kalma. Sonradan katolikler yerleşmiş, camileri kiliseye çevirmiş. O yüzden kiliselerin mimarileri farklı. Derler ki, o tarihten bu yana mahallenin görüntüsü pek değişmemiş. Daracık sokaklarda bulunan evler çok ilginç. Dış cepheleri çiçekler ve seramik tabaklarla bezenmiş. Bildiğimiz seramik tabaklar, evlerin cephesini rengarenk süslüyor. Bir de, bazı kapıların önünde pet şişe içinde su duruyor. Bir haberleşme aracı gibi sanki. Buradan şehrin manzarası çok güzel. Durmadan fotoğraf çekiyoruz. Bir cami görüyoruz, ama müze gibi ziyaret saatleri var, giremiyoruz.


Aşağıya doğru Teteria denen çay evleri başlıyor, biz de bir tanesine oturuyoruz. Araplar, bu çay evlerinde kendi tarzlarında çay yapıp satıyorlar. Bir televizyon programında seyrettiğim çayı önden istemiyorum. Sonra merakım ağır basıyor, ve müthiş! Bizim nane limon gibi bir şey. Taze nane ile hazırlanmış. Dokunmayacağını bilsem, bir daha söyleyeceğim. Ama artık fazlası fazla olur, geçmişten ders almak lazım.
 Hemen bu çay setinden almak istiyorum. Evde deneyeceğim. Gezerken dükkanlardan birinden Türk ezgileri duyuyoruz. Soruyoruz, sahibi bir ara Türkiye’de bulunmuş. Oradakilerin hepsi Türk olduğumuzu öğrenince bize yakınlık gösteriyor.

Akşam saraya tekrar çıkıyoruz. Gündüzki düzenden eser yok. Otobüsten inen o kadar insan, yol gösteren biri olmadığı için yanlış tarafa yürüyor. Bir bakıyoruz ki, çıkmaz sokaktayız. Herkes bir an önce kuyruğa girme derdinde, tam bir karmaşa yaşıyoruz. Neden sonra yolu buluyoruz. Ama sınırlı sayıda insan alındığı, ve içeri girme saati belli olduğu halde kuyrukta dikilip duruyoruz.

Elhamra Sarayı, temeli 1238’de atıldıktan sonra değişik Emevi hükümdarları tarafından 250 yıl içinde genişletilerek inşa edilmiş. Üç ana kısmı var. İdari personel için ayrılan bölüm, sultanın ailesiyle yaşadığı bölüm, ve sarayın ileri gelenlerinin yaşadığı bölüm. Birinci bölümün bir kısmı sonradan şapel olarak kullanılmış, restore edilmeden önce de koyun ağılı imiş. Üçüncü kısım harabe olarak duruyor. Gezilen ikinci kısım.

Buranın hemen yanında Granada’yı geri alan Kraliçe İzabel’in torunu V Charles’in yaptırdığı saray var. Hiç bitirilmemiş olan bu yapı kare şeklinde, içinde yuvarlak bir iç avlu bulunuyor.

Sarayın içi çok güzel taş işçiliği örnekleri ile dolu. Tüm odalarda “Tek galip Allah’tır” yazıyor. Bazısında duvar ve tavanda cennet bahçesine göndermeler yapan taş veya ahşap işlemeler var. Aslanlı avludaki 12 aslanlı fıskiye, sarayın en bilinen kısımlarından. Detaylar, inşaatın neden 250 yıl sürdüğünü açıkça gösteriyor. İçeriyi gün ışığında mı, yoksa özel aydınlatılmış haliyle mi gezmek daha iyidir, karar veremiyorum.

Abencerrajes holü, söylentiye göre sondan bir önceki sultanın, arkasından iş çeviren eşinin ailesini yok ettiği yermiş. Kaçarak kurtulan oğlu sonradan başa geçtiyse de, zevk içinde yaşamayı savaşmaya tercih ettiği için göz yaşlarıyla kenti terk etmek zorunda kalmış.

Burası bana Doğu Beyazıt’taki İshak Paşa Sarayını hatırlatıyor. Tamam, bu sarayın onda biri kadar bile değil, ama ben aynı şekilde etkilenmiştim. Belki de bizim insanımız yaptığı içindir, bilemem.

Saraydan aşağı yürüyerek iniyoruz. Yeşillikler içinde bir yol, havada yağmur sonrası toprak kokusu. Belki bir tek gün ışığı eksik bu keyifte, ama böylesi de ayrı güzel. İlk etabının son gecesini böyle tamamlamak çok hoş.

3 yorum:

  1. Şule'cim hoşgeldin blogspot'a. O güzel seyahat yazılarını artık buradan paylaşacaksın. Burası başışbaşına bir alem peşinen söyleyeyim, her gün yeni bir özelliğini keşfedeceksin ve daha çok keyif alacakasın. Diğer blogları da ziyaret etmeye başladıüında bir çok güzel insanı tanıma şansına da sahip olacaksın. Hoşgeldin. yazılarının deavmını heyecanla bekliyorum. :)

    YanıtlaSil
  2. Şule hanım hoşgeldiniz blogspota hayırlı olsun.bloğunuza bayıldımmm:) takibinizde olacağım. gezi bloglarını özellikle çok seviyorum.ispanya'ya hep gitmek istemişimdir.sayenizde gitmiş kadar oldum.fotoğraflarda çok güzel.

    bloğumu ziyaretiniz ve değerli yorumunuz içinde çok teşekkür ederim.sevgilerimle.

    YanıtlaSil
  3. Sevgili Kamikaze,
    Daha yeni cevap verebiliyorum, çünkü bloguma yardımsız yorum yazamıyordum. Şimdi sorunumu çözdüm. Yazdıklarınız için teşekkür ederim, inşallah diğer yazıları da beğenmişsinizdir.

    YanıtlaSil