9 Ekim 2013 Çarşamba

KÜBA - SON GÜN HAVANA

Şehre gelince ilk olarak bir puro imalathanesi geziyoruz. Fotoğraf çekmek yasak, ama puroların genç kızların bacaklarında sarılmadığını hepimiz görüyoruz! Hep sigara gibi kırık tütünle yapıldığını düşünürdüm, öyle değilmiş. Sarılırken kullanılamayacak tütünleri sıkıştırıp üzerini sarmaya başlıyorlar. Bir sıra, iki sıra derken puro kalınlaşıyor. Sonra da bir aletle hava kaçıran bir yeri var mı diye bakılıyor. O sırada da kalitesine göre ayrılıyor. Duvarda Castro, "Ben çalışıyorum, onlar çalışıyor, sen ne yapıyorsun" diye soruyor.


Yapımını gördükten sonra satış yerine gidiyoruz. Çeşit çeşit, marka marka purolar. Sokakta daha ucuzları var, ama muz yaprağıyla sarılmış olabilirler. Aynı yerde rom yapımıyla ilgili küçük bir sergi ve kahve içilebilecek bir yer de var. Orada cappucino isteyenlere hoş bir gösteri yapılyor.

Serbest zamanımızda bir kez daha Floridita'ya uğruyor, son bir daiquiri ve muz kızartması keyfi yapıyoruz. Yine canlı müzik, yine neşeli ritimler...  

Son akşam  Buenavista Social Club keyfi yapıyoruz. Ekibi bu kadar yakından izleyip müziklerinin tadına varmak hoş bir duygu. Müzikle birlikte dans da ediyorlar, gencinden yaşlısına herkesin dans becerisine hayran oluyorum.

Gösteriden sonra Havana sokaklarında dolaşıp son mojitolarımızı içiyoruz. Otelimize gitmeden önce kendi kendimize beş dakikacık daha diyoruz.


Sabah erkenden yola çıkıp Armas Meydanındaki Kent Müzesine gidiyoruz. Sömürge zamanında Vali Konağı olarak kullanılan binanın önündeki parke taşları ahşap üzerine oturtulmuş. Nedeni ise, nal seslerinden rahatsız olan valinin karısı. Ancak bu da sesleri yeterince kesememiş ki, vali kendisine yeni bir konak yaptırmış. Devrimden sonra bir süre Belediye Sarayı olarak kullanılmış, sonra da 19. yüzyılın bağımsızlık mücadelesini anlatan bir müzeye dönüşmüş. İlk Küba bayrağı, bağımsızlık için savaşan generaller, onların kişisel eşyaları gibi malzemeler sergileniyor.

Müzeden çıkınca, Hemingway'in müdavimi olduğu başka bir bara uğruyoruz. La Bodeguita, yazara göre Havana'nın en iyi mojitosunu hazırlıyormuş. Floridita'ya göre oldukça küçük bir mekan, neyse ki sabah saatleri olduğu için bizden başka turist yok. Girişteki duvarın üzeri yazılarla dolu. Aralarında bol miktarda Türkçe var. Çarşı Küba'da yazısını görüyorum mesela. Galatasaray taraftarı olmama karşın, Çarşı'yı da takip ediyorum.

Programımızdaki son müze, Hemingway'in evi. Şehir merkezinden uzak, sessiz, sakin bir yer. Önce yemek. Yine yazarın sürekli gittiği bir lokanta. Her zaman oturduğu masa, anısına boş tutuluyor. Muhteşem bir manzara, duvarlarda resimler, bir tanesi ihtiyar balıkçıyı esinlendiği kişi. Deniz ürünlü paella yiyorum. Önden verilen yavruağzı rengindeki kokteyli beğenmesem de, lokanta, yemekler ve müzik güzel.


Evi aynen korunmuş. Duvarlarda hayvan kafaları, kitaplar ve resimler. Eşyalar sade, ama her odada en az bir tane hayvan başı var. Hatta çalışma masasının üzerinde de ayrıca bir tane duruyor. Bunların hepsini kendisi mi öldürdü diye düşünüyorum. Sonra bahçeye çıkıyoruz. Köpeklerinin mezar taşları yan yana duruyor. İleride de yüzme havuzu ve yatı. Kimbilir kaç yıldızı ağırlamıştır.

Havana'dan ayrılmadan önceki son durağımız bir pazar. Her tür el sanatları, resimler, cam eşyalar, takılar, elbiseler, aklınıza gelecek her şey var burada. Çok güzel resimler var, arkadaşımla bir tanesine bakmaya doyamıyoruz. Ama ne yazık ki tüm güzel eserler gibi pahalı, biz de buna hazırlıklı değiliz. Arkamıza baka baka otobüsümüze doğru ilerliyoruz.

Dönüş yolunda haftanın muhasebesini yapıyorum. Eğer yolum buraya bir kez daha düşerse, bazı şeylere dikkat edeceğim. İlk olarak, param biterse yine bozdururum diye düşünmek yok. Ne kadar harcamayı planlamışsam, baştan o kadar bozduracağım. Çünkü bir kişinin döviz bozdurması yaklaşık 5 dakika sürüyor. Önünüzde 10 kişi varsa 50 dakika demek, gezide en çok sıkıldığım yer bu kuyruk oldu. Bir kişi 2-3 kişilik döviz bozdurdu da, daha kısa zamanda bu sorunu hallettik. 

Yanımda sürekli bozuk para olmasına dikkat edeceğim. Bir iki yer hariç tüm tuvaletler paralı, Havana'da yüklü bir para verip girdiğimiz Tropicana dahil. Üstelik belli bir fiyatı da yok, gönlünüzden ne koparsa durumu. Bizdeki gibi giriş 1 TL, 5 TL verirsem üstünü alırım gibi bir beklenti içine girmek sinir ve hayal kırıklığı yapabilir. Yalnız yiğidi öldür, hakkını yeme demişler, bir ikisi hariç tümü çok temiz, bakımlı ve süslü. Bir tanesinde sifonların üzerine plastik çiçekler koyacak kadar işi abartmışlar. Sabun ve tuvalet kağıdı hemen her yerde var, bu konuda çok uyarı aldığım için belrtmek istiyorum.

Olmadık yerlerde bahşiş istemeleri biraz antipati yaratıyor. Fotoğrafını çektiğiniz kimseler istiyor. Hadi o neyse, bazı görevlilerin  şurada bir fotoğrafınızı çekmemi ister misiniz diye gelip sonra para istemeleri pes dedirtiyor. Bu olay gezi boyunca aramızda espri konusu oluyor, kim bir şey rica etse, karşılığında para talep ediliyor!

Bunlar dışında çok güzel bir gezi, fırsat bulursam bir daha gelmek isterim. Ülke çok güzel, insanlar çok sıcakkanlı, müzikler müthiş, meyveler harika. Dalma merakı olanların bu geziden benden de fazla keyif alacağından eminim. Şnorkelle dalmayı öğrensem mi acaba diye düşünürken uykuya dalıyorum. Önümde 24 saatlik bir yolculuk var...

7 Ekim 2013 Pazartesi

KÜBA - SANTA CLARA

Sabah Santa Clara'ya doğru yola çıkıyoruz. Hani şu Hasta Siempre şarkısında adı geçen Santa Clara. Küba'da bu şarkı ve Guantanamera o kadar çok söyleniyor ki, artık söylerken otomatiğe almış gibiler. Turizmin ülkeden götürdüklerinden biri de bu olsa gerek.




Şehrin önemli noktalarında hep Che'yi hatırlatacak bir şey görüyoruz. Yine de turizm burayı bozmamış, inşallah bozmaz. Şöyle ki, gezdiğimiz her yerde yanımıza gelip Che resimli banknotlar, şapkalar, fularlar satmaya çalışan insanlardan burada eser yok.

Fidel Castro ve arkadaşları, 1953'teki başarısız saldırılarından sonra tutuklanır, mahkemede Castro  "Tarih beni aklayacaktır" diye biten ünlü savunması yapar. İki yıl sonra afla serbest bırakılır ve Meksika'ya geçer. Burada Che Guavara ile tanışır, ve Granma adlı yatla Küba'ya geri döner. Sierra Maestra dağlarında güçlenen hareket, iki yıl sonra yeniden saldırıya geçer. Batista'ya önemli miktarda silah ve cephane taşıyan tren, Che Guavara tarafından bu kentte ele geçirilir. Ardından Batista ülkeyi terk etmek zorunda kalır.

Tren, durdurulduğu yerde müze haline getirilmiş. İlk olarak burayı geziyoruz. Savaş sırasında çekilen resimler, belgeler sergileniyor. Treni durduran buldozer, ve ölenlerin anısına yapılan anıt ise trenin hemen yanında.


Sonra şehri geziyoruz. Bazı binaların üstünde hala duran kurşun delikleri var, öylece saklıyorlar. Sokakları gezmeye başlıyoruz. Dükkanlar alışık olduğumuz gibi değil. Mesela bir eczaneye giriyoruz, duvarda yazmasa kesinlikle anlamazdım. İlaçlar, markalarına göre değil de işlevlerine göre satılıyor. Ağrı kesiciler, antibiyotikler diye yazıyormuş kutuların üzerinde. Sağlıkçı arkadaşlarıma borçluyum bu bilgiyi. Bakkallar da farklı. Daha çok şey satılıyor, ama miktarlar az. Bir tek içki dükkanları tanıdık geliyor, şişe şişe içkiler vitrinlerde duruyor.

Açık bir kilise görüyorum. Daha önce gördüklerimizin içine girememiştik, ilk defa denk geliyor. Bu kez de durduruluyorum, temizlik varmış. Peki, yalnızca resim çekeceğim diye işaret ediyorum, tamam diyor görevli. Hayatımda gördüğüm en sade katolik kilisesi ile karşılaşıyorum.


Ardından Che müzesine giriyoruz. Müzenin içinde fotoğraf çekmek yasak. İçeride daha çok fotoğraflardan oluşan bir sergi var. Bazıları çok güzel, keşke şöyle bir satış reyonu olsa da, kopyalarını alsak diye düşünüyorum. Mezarı ziyaret edip çıkıyoruz. Anıta doğru giderken bir mezarlık görüyoruz. Devrim zamanı ölen gençleri ağırlıyor, hepsi yirmilerinde.

En son anıt. Che heykelinin altında "Zafere kadar, daima" yazıyor. Kolu sarılı, başında bere, elinde tüfekle uzaklara bakıyor. Genç öleceğini tahmin etmiştir herhalde. Ama dünyada en çok satılan resimlerden birinin kendisininki olacağını düşünemezdi. Görüyorsa oralardan, ne hissettiğini merak ediyorum.

Anıttan ayrılırken kocaman bir Chavez resmiyle karşılaşıyoruz. Küba, zor günlerinde kendisine destek olan devler başkanını unutmamış.

Adadaki son gecemizi Havana'da geçireceğiz, vakit kaybetmeden yola çıkıyoruz. Yolda yemek için duracağımız yerde karides ve dilersek timsah eti deneyebileceğimiz söyleniyor. Oraya gidince yine aynı soruyla karşılaşıyoruz: Tavuk mu, balık mı. Israrla timsah anlatmaya çalışıyorum, ama yok. Buralarda beklenen her şey olmuyor.

2 Ekim 2013 Çarşamba

KÜBA - TRİNİDAD II

Sabah erkenden deniz kıyısındayız. Bir-iki saatlik bir yolculuktan sonra bir adaya ulaşıyoruz. Bir kısmımız dalış yapmak üzere başka bir tarafa giderken, biz keşfe çıkıyoruz. Kumların arasından çıkan palmiye ağaçları ile turistik broşürlerde gördüğümüz fotoğraflara çok benziyor. Kıyı taşlık, deniz yosunlu. su hiç serinletici değil. Buna rağmen azmedip denize girdiğimize hiç pişman olmuyoruz. Çünkü bir kaç adım sonra çevremizde balıklar gezinmeye başlıyor. Şnorkele alışık değilim, ama becerebildiğim kadarıyla dalıp etrafı seyretmeye başlıyorum. Çok güzel.


Öğlen deniz ürünlü paella yiyoruz. Ardından yine değişik kokteyller ikram ediliyor. Balık manzaralı bir öğleden sonra geçiriyoruz. Akşam döndüğümüzde bir de kaldığımız yerde denize giriyorum. Ama bir gün önce girenlerin uyarılarını dikkate alıp fazla açılmıyorum. Açıklarda gezen denizanaları, günlerce geçmeyecek izler bırakıyor. 

Bir önceki akşamın verdiği şevkle, yorgunluğa aldırmadan yeniden şehre iniyoruz. Bu kez Casa de la Musica'ya gidiyoruz. Daha büyük, daha meşhur bir yer, canlı gösteriler yapılıyor burada. Büyük bir meydandayız, esinti sıcağı hissettirmiyor. Ama sahneye uzak olduğumuz için sadece seyrediyoruz. Danslar güzel, ama dünkü gibi havaya giremiyoruz bir türlü. Belki böylesi daha iyi oluyor, zamanı gelince nazlanmadan hemen kalkıyoruz.

Sabah Kübalılara özgü değişik bir araçla tanışıyoruz. Rus malı tankları tankları kamyon haline getirmişler, ve bu kamyonları toplu taşıma aracı olarak kullanıyorlar. Şehirlerde görmüştük, bu kez yakından karşılaşma fırsatını yakalıyoruz. Bildiğimiz kamyon kasasının içine beş altı sıra ikişerli koltuklar koymuşlar, üstlerine de güneşten koruma amaçlı bir tente yerleştirmişler, hepsi bu. Bizi tropik orman yürüyüşüne götürmek üzere otelimizden alıyor. 




Havanın sıcaklığına aldanıp incecik kıyafetlerle yola çıktığıma pişman oluyorum. Serin dağ havasında, oldukça havadar olan kamyonda seyahat ederken çantamda ne varsa çıkarıp üst üste sarınıyorum. Neyse ki yürüyüşe başladığımızda her şey yoluna giriyor. Tropik orman, haliyle yeşilin her tonunu görebiliyoruz. Sadece o değil, Küba'nın ulusal kuşu kabul edilen tocororo kuşu ile de tanışıyoruz. Görmemle uçması bir oluyor. Küba bayrağının renklerini taşıyan kuş, yalnızca bu adada bulunuyor. Basit tırmanışlar, tek bir kütükten oluşan köprüler, mağaralar derken çağlayan karşımıza çıkıveriyor. Dibindeki göle girerken adada ilk defa içim ürperiyor.

Yürüyüş sonrası kocaman bir tesiste önden ikram edilen kokteyllerimizi, sonra da yemeğimizi bitirip derhal yola çıkıyoruz. Yolda değişik meyveler satan bir kulübenin önünde duruyoruz. Bu kez tattığımız meyve mamey. Etli kısmı balkabağına benziyor. Aynı renk ve görünümde. Ama tadı bambaşka. Yumuşak, tatlı bir meyve. Diğer meyvelerden çok daha fazla beğeniyorum.

Akşam yine bir tatil köyündeyiz. Şehre pek yakın değiliz, akşam ne yapabiliriz diye düşünürken değişik bir programa denk geliyoruz. Defile yapılıyor. Böylece hayatımda ilk defa, hem de en ön sıradan izleyebildiğim bir defileye katılmış oluyorum. Bizim için değişik bir anı.

30 Eylül 2013 Pazartesi

KÜBA - TRİNİDAD I

Trinidad yolunda bir botanik bahçesini ziyaret ediyoruz. 1901 yılında kurulan bu bahçede bugün 2000 çeşitten fazla bitki var. Orkideler, palmiye ağaçları ve diğer tropik bitkileri görüyoruz. Aklımda kalanlar kahve, karabiber, kaju ve koka ağaçları. Bir de ağaçların üzerinde yetiştirilen rengarenk orkideler.


Trinidad, pek çok Küba şehri gibi zamanın durduğu bir yer. Yeni yapılar yok gibi, binalar yıpranmış, ama bahçeler bakımlı. Küçücük bahçelerinde kısıtlı paralarıyla harikalar yaratmışlar. Bahçesi olmayan da, aynı bizdeki gibi kapısının önüne saksıları dizmiş. Şehir merkezi Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde.

Öğlen yemeğini sokak arasında bir lokantada yiyoruz. Mercimek ve pirinç pilavı yan yana sunuluyor tabakta. Bu geleneksel yemek Küba insanının siyah ve beyaz kültürlerin karışımı olduğunu temsil ediyor. Her zaman olduğu gibi küçük bir müzisyen grubu bize eşlik ediyor.

Romantik Müze, zamanında şehrin en zengin ailelerinden birinin malikanesi olarak yapılmış. İspanyol asillerinin yaşam tarzının sergilendiği müzedeki eserlerin çoğu eski sahiplerinden kalma eşyalar. Resimler, mücevherler, mobilyalar, gümüşler ve diğer malzemeler, şehre hakim bir tepeye inşa edilmiş binada sergileniyor.

Şehri gezdikten sonra soluklandığımız yerde bize canchanchara ikram ediliyor. Bal, limon suyu ve romdan yapılan bu içkiye pek ısınamıyorum. Tatlı içki sevenler için güzel gelebilir.


Şeker Fabrikaları Vadisinde, sömürge yıllarından kalma bir çiftliği ziyaret ediyoruz. Şeker kamışından nasıl şeker çıkarıldığını bizzat deneyerek görüyoruz. Bu zahmetli işte ve tarlalarda kölelerin kaytarmadan çalıştıklarını görebilmek için mal sahibi çiftliğe yüksek bir kule dikmiş.  

Akşamüstü tatil köyüne varıyoruz. Trinidad'da kalınacak iki yer var, rehberimizin söylediğine göre ikisi de aynı tarz. Burada ciddi olarak sivrisineklerden rahatsız oluyoruz. Odaları ilk katta olan arkadaşlar ise yengeçlerle istemedikleri düzeyde bir samimiyet içinde buluyorlar kendilerini. Doğayla iç içe yaşamak dedikleri bu olsa gerek...

Akşam Trinidad sokaklarında gezmeye çıkıyoruz. Gezinin sonunda geleneksel Küba müziği ve danslarıyla tanışabileceğimiz Casa de la Trova'ya giriyoruz. Klüp kuytu bir yerde, yaprak kımıldamıyor. Onun dışında bir şikayetimiz yok, elimize geçeni yelpaze gibi kullanarak pisttekileri seyrediyoruz.  İki tür dansçı var. Çocukluğundan beri dans eden, yaşlısından gencine Kübalılar, ve bunun dersini almış, pratiğini geliştirmek isteyen turistler. İlk gruptakiler bu işi yemek yer, su içer gibi yapıyor. Gösteriş yok, müziğin ritmine göre dönüyorlar. İkinci grup gösterişçi diyemem, ama iddialı. Öğrendikleri tüm figürleri ardı ardına yapıyor, haliyle pistin büyük bir bölümünü kullanıyorlar. İçlerinde çok güzel dans edenler var, ama bir türlü ilk grup gibi olamıyorlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde kolumuzdan çekiliyor, kendimizi pistte buluyoruz. Öncekiler gibi figürler çıkartamasak da, orada müziğin ritmine uygun hareket etmek bize o kadar iyi geliyor ki, bir süre sonra rehberimizin gitme zamanı uyarısını anlamazdan geliyoruz. Bir şey söylemiyor, ama kendini yaramaz bir sınıfa öğretmenlik yapıyor gibi hissettiğinden eminim.

27 Eylül 2013 Cuma

KÜBA - HAVANA - MATANZAS - CIENFUEGOS

Ertesi sabah, El Caballero de Paris (Parisli Bey) ile tanışıyoruz. Aklını kaybettikten sonra Havana sokaklarında yaşayan, tanımadıklarından asla para kabul etmeyen, yaşam felsefesi, din, politika ve güncel konular hakkında etrafındakilerle sohbet eden bu renkli kişi 1985'te öldükten sonra bire bir boyutta bronz heykeli yapılmış. Şans getirdiğine inanılan sakalına ben de dokunup ülkem için güzel günler diliyorum.

Havana'dan Matanzas'a doğru yola çıkıyoruz. Küba'nın ikinci büyük şehrinde artık müze olan Avustralya Şeker Yapımevini ziyaret ediyoruz. Bizi yıllar öncesinden kalma bir kara trene bindirip tarım alanına götürüyorlar. Toprak inanılmaz verimli, dev bitkiler yetişiyor. Benim tanıyabildiklerim muz ve mango ağaçları. Şeker kamışının tadına bakıyorum. İlkokulda tesadüfen karşıma çıkan bu bitkiyi pırasaya benzetmiştim. Buradaki kereviz sapını andırıyor. Oldukça lifli, şekerli suyu bittikten sonra kalanı yutamıyorum. Yanında tropikal meyvelerden ikram ediliyor. Hemen oracıkta küçük bir müzik ve dans gösterisi yapıyorlar bize. Yıllar önce birisi bana burada köpeklerin bile dans eder gibi yürüdüğünü söylemişti, doğruymuş! Ardından, hamile palmiye ağacının özsuyunu önümüzde çıkarıp tattırıyorlar. Tatlımsı, tuhaf bir şey. Tatlı içecekleri pek sevmediğim için fazla vermediklerine seviniyorum.


Yolumuza devam ediyoruz. Cienfuegos sevimli bir şehir. Eskiden zenginlerin sayfiye yeriymiş. Evler Havana'ya göre biraz daha bakımlı, daha renkli. Elhamra Sarayını andıran bir evi geziyoruz. Bir köle tüccarının malikanesi. Granada'daki saraya hayran olup bir benzerini buraya yaptırmış. Terasına çıkıp birer mojito içiyoruz. Bizde hemen bir çay ikram edilir ya, burada da mojito ve benzeri kokteyller aynı durumda. Bir yere girer girmez hemen bir kokteyl sunuluyor. Burada bir süre vakit geçirdikten sonra 
otelimize geçiyoruz, orada da turuncu bir kokteyl içiyoruz!

Bütün Küba içinde en çok bu şehri sevdim desem yalan olmaz. Büyük şehir havası yok, belki de beni o etkiledi. Yemek sonrası sokakları geziyoruz. Fransızlar tarafından kurulmuş, daha sonra valinin adıyla anılan bir İspanyollar kasabası haline gelmiş. Müzik çalınan yerler var, ama geç vakit başlayacağı için otelimize geri dönüyoruz. Yemekte bize eşlik eden grup yok, ama terasın manzarası çok güzel. Sakin sakin manzaranın tadını çıkarıyoruz.

Ertesi sabah şehri gezmeye devam ediyoruz. Kocaman gövdeli tropik ağaçlar görüyoruz. Yere değen dallar yeniden kök verdiği için ağaçların gövdesi orta halli bir oda büyüklüğüne erişebiliyor. Unesco koruması altında olan şehir,  koloniyel mimari açısından bir cennet. Zamanında Enrico Caruso, Sara Bernhardt gibi sanatçılara ev sahipliği yapan Tomas Terry Tiyatrosuna şehrin şeker plantasyonu sahiplerinden birinin adı verilmiş.  José Marti Parkında oturup bu güzel şehrin havasını soluyoruz. 

26 Eylül 2013 Perşembe

KÜBA - HAVANA III

Morro kalesine uğruyoruz. Kale, İspanyollar tarafından 1589'da limanın tam girişine yapılmış. Buradan şehrin manzarası müthiş. Tehlike anında karşı taraftaki La Punta kalesinden buraya doğru bir zincir çekilirmiş. Ama bu zincirler aynen Haliç'te olduğu gibi işe yaramamış, ve adayı İngilizler ele geçirmiş. Bir süre sonra İngilizler adayı Florida karşılığında İspanyollara geri vermişler.


Bağımsızlık savaşlarında yüzlerce insanın öldüğü kale, bugün müze olarak kullanılıyor. Eski günlerde 21:00'de şehir kapılarının kapandığını belirten top atışı devam ediyor, ama yetişemeyeceğiz. 1490'larda Christoph Colomb adayı keşfediyor. Ölümünden sonra oğlu, adadaki en büyük katliamı yapıyor. Öyle ki, zaman içinde yerlilerin sayısı beşte birine düşüyor. Ada 16. yüzyıl sonuna kadar fazla bir önem taşımıyor. Ancak anakaraya giderken bir mola yeri olarak yararlanılıyor. Florida takasıyla İspanyollara geçerken yerlilerin kullandığı tütün keşfedilmiş, adada şeker kamışı üretimi başlamış durumda.Tarlalarda çalıştırmak üzere köleler getirtiliyor.

1800'lerin ikinci yarısında bağımsızlık hareketleri başlıyor. Ancak ilk savaşta 50,000 Kübalı ve 200,000 İspanyol adalı hayatını kaybediyor, ve ada İspanyol sömürgesi olarak kalıyor. 25 yıl sonra, 1890'larda José Marti ikinci bağımsızlık hareketini başlatıyor. İkinci savaşta da 300,000 Kübalının ölümü mutlu sonu getirmiyor.  Adalılar tam savaşı kazanmak üzereyken, "gemimizi batırdılar!" bahanesiyle ABD adayı ele geçiriyor.1902'de ABD, Küba'ya bağımsızlığını ilan ettiriyor, ancak elini üzerinden çekmiyor. Ada mafya, fuhuş ve kumar cenneti olarak ünleniyor.

Bir sonraki durak anıtsal Capitolio. ABD senato binasının kopyası. Eski Kongre Binası, devrimden sonra ziyarete açılmış, kapalı yerde duran dünyanın üçüncü büyük heykelinin de sergilendiği bir müze ve kongre salonu haline getirilmiş. Restorasyonda olduğu için içeri giremiyoruz. Yanındaki Büyük Tiyatro, opera ve bale gösterileri için kullanılıyor.


Parque Central'da José Marti heykelinin yanından Floridita'ya doğru yürüyouz. Ernest Hemingway'in heykeli bara yaslanmış bize bakarken, pek sevdiği daiquiri kokteylini içiyoruz. Yanında yine muz kızartması, bir süre daha yesem alışacağımı düşünüyorum. Tamamen turistlere yönelik bu barda yine bir gruptan canlı müzik dinliyoruz. Duvarlarını yazarın fotoğrafları süslüyor.


Katedral Meydanına giderken, çıktığımız barın da bulunduğu Obispo Caddesini kullanıyoruz. Havana'nın en renkli caddelerinden biri, en bilinen mekanlar, turistik eşya satılan yerler, sanat galerileri falan hep burada. Yolumuzun üzerinde Sancho Panza, eşeğinin üzerinden bize selam yolluyor. Katedral, birbirine benzemez çan kuleleriyle şaşırtıcı. Meydandaki diğer binaların da çoğu bakımlı duruyor. Şehir elden geçiriliyor. Otelimize dönerken biz de Simon Bolivar'ı selamlıyoruz.

Şehir dev bir sauna ya da hamam gibi. En sıcak odaya geçmeden önce durulan yer vardır ya, işte öyle. Bazı arkadaşların üzerindeki giysiler dolaşırken sırılsıklam oluyor. Hava öyle nemli ki, astığınız eşyalar güneş görmeyen bir yerdeyse asla kurumuyor. Balkonlarda asılı çamaşırlara şaşkın şaşkın bakıyoruz. Bazı hanımlar çamaşırları nemliyken ütülemeyi severler. Burada  o keyfi yaşamak için fazladan bir çaba göstermeye gerek yok, ipten alınan çamaşırlar her zaman nemli.

Akşam Klüp Tropicana'dayız. Paris'te Lido nasıl bir şeyse, burada da Tropicana öyle. Devrim öncesi Nat King Cole gibi ünlü sanatçıların şarkı söylediği klüp, şimdi birbirinden renkli dans gösterilerinin yapıldığı bir mekana dönüşmüş. Şortla, bermudayla girmek yasak. Girişte kadınlara karanfil, erkeklere puro ikram ediliyor. Kadın arkadaşlardan biri ben de puro almak istiyorum deyince "yalnızca erkeklere" cevabını alıyor. Cinsiyet ayrımcılığı için rejim fark etmiyor.

Gösteri sırasında Cuba Libre içiyoruz. Rom, kola ve misket limonundan yapılan bu içki de favorilerim arasına giremiyor.

25 Eylül 2013 Çarşamba

KÜBA - HAVANA - II

İlk durağımız Devrim Meydanı. Dünyanın en büyük meydanlarından biri. Merkezinde José Marti anıtı, meydanı çevreleyen binalarda pek çok resmini gördüğümüz Che Guevara'nın metal portresi yer almakta. Başka bir binanın duvarında da Camilo Cienfuegos'un portresini görüyoruz. Küba'da devrime öncülük eden, ama genç yaşta kaybedilen iki lider, meydana gelenleri selamlıyor. Meydanda gezinirken eski, yeni türlü arabalar, motorsikleti andıran cocotaksiler, ve bisikletli taksiler önümüzden geçiyor.




Sonraki durağımız Otel Nasyonal. Burası devrimden önce Al Capone dahil pek çok şaibeli kişinin çokça vakit geçirdiği bir yer. Herhalde kumar oynanıyor, planlar yapılıyordu. Şimdi bol resimli lobisinde burada kalmış ünlüleri görebiliyor, dilersek barında bir kokteyl alabiliyoruz. Yemyeşil bahçesinde geziniyoruz. Otelden çıkışta, kapının önünde duran eski model ama pırıl pırıl bir araba görüyoruz. Eski arabaların bazıları o kadar temiz ve güzel ki, antika olarak değerlidir diye düşünüyorum.



Ardından Devrim Müzesi'ne giriyoruz. Burası, Batista'nın Başkanlık Sarayı olarak kullandığı ve devrim sırasında arka kapısından kaçıp gittiği bina. Girişte, merdivenlerin başında kurşun delikleri karşılıyor bizi. Devrim öncesi yapılan saldırılardan birinin anısı. Yukarıda devrimle ilgili türlü araçlar, silahlar, yazılar ve fotoğraflar sergileniyor. En fazla aklımda kalan, Che'nin delikanlılık yıllarından kalma bir toplu fotoğraf. Yüzü tanıdık geliyor, ama çıkaramıyorum. Yerel rehberimiz söylemeseydi bilemezdim. Bende nasıl bir ifade belirdiyse artık, gülmeye başlıyor ve epey bir gençlik hali diyor. Çıkışta devrim öncesi kullanılan yat ve arabalar sergileniyor. Bir de dört dev karikatür. Batista, Reagan, baba ve oğul Bush'lara teşekkür ediliyor. Sırasıyla devrimi gerçekleştirmelerine, güçlendirmelerine, sağlamlaştırmalarına ve geri dönülemez hale getirmelerine yardım ettikleri için.


Yemek zamanı. Canlı müzik eşlik ediyor bize. Neşeli tonlar, yan masadaki turistleri piste çekiyor. Bu arada masaya cipse benzer bir atıştırmalık geliyor, tadını bir şeye benzetemiyorum. Yuvarlak ve çıtır çıtır. Meğer muz kızartmasıymış! Muzu ilk defa bu şekilde görüyorum. Yemekten sonra tüm Küba'da görmeye alışacağımız bir manzara ile karşılaşıyoruz. Müzisyenler önden bahşiş topluyor, sonra da CD'lerini satmaya çabalıyorlar.


Yemekten sonra 500 yıllık Armas Meydanı. Burada daha sonra göreceğimiz Kent Müzesi, ortada sahaflar, kenarda serinlemek için oturup bir şeyler içtiğimiz kafeler var. Çok hoş, otantik bir yer, kendinizi unutup saatlerinizi geçirebilirsiniz. Yine benim dikkatimi çeken alakasız bir şey oluyor, köpeklerin boyunlarında kimlikleri var. Naylon kılıflı, bizim ehliyet büyüklüğünde kağıtlar. Köpeklerden birinin yanına gidiyorum, derhal uzaklaşıyor. O yüzden ne yazdığını göremiyorum.

Prado'ya (Kordon) doğru yola çıkıyoruz. Caddenin bir tarafında aynı bizim Kordon'un eski hali gibi deniz ve oturmak için kalın beton set var. Kara tarafında, emperyalizme meydan okumuş dünya liderlerinin büstleri yer alıyor. Baştan ikinci sıradaki Atatürk'ü ziyaret ediyoruz. "Yurtta sulh, cihanda sulh" önden Türkçe, altında İspanyolca yazılmış. Ülkemizi ve Taksim'i bir kez daha anarak yolumuza devam ediyoruz.


24 Eylül 2013 Salı

KÜBA - HAVANA I

"Gözlerin bu güne dek görmüş olduğu en güzel şey!"

Bu lafı Christoph Colomb Küba'ya çıktığı zaman söylemiş. Bizim duygularımız karışık. Memleketten güzel haberler alma derdindeyken, İzmir'den Havana'ya beklemeler dahil 24 saatte geldiğimiz için biraz sersemlemiş durumdayız. Bu şartlar altında etrafımıza bakıyor, yemyeşil manzaranın  olabildiğince tadını çıkartmaya çalışıyoruz. Klimalı otobüsümüz Çin malı. Geçen seneye kadar eski otobüslerle seyahat edildiğini, bunların yolda en az bir kez bozulduğunu, kenara çekilen her aracın yanında diğerlerinin durduğunu, imece usulü tamir edilip yola çıkıldığını öğreniyoruz. Yeni otobüslerin tek dezavantajı, birbirinin aynı olması. Yani birden fazla otobüsün geldiği bir yerdeyseniz, bir de benim gibi hemen paniğe meyilli biriyseniz tehlike altındasınız! Hangi otobüs? Bunu bilmenin tek yolu, tecrübeli ve akıllı bir arkadaşımın yaptığı gibi otobüsün yazılarının arasındaki numarayı ezberlemek. Mesela bizimki 124 idi, Bunu kolayca yakalayamayabilirsiniz, ama bilerek bakınca hemen görebiliyorsunuz.


İlk gün otelde dinlenmek yerine hemen dışarı çıkıyoruz. Sanki 24 saattir yollarda olan biz değiliz, hemen çevreyi gezmeye başlıyoruz. Etrafta çok müze var, bunlardan bir kısmını sonradan gezeceğiz. Ama mesela Çikolata Müzesini gezme imkanı bulamayacağız. Ne zaman önünden geçsek kapalı, bir türlü denk getiremeyeceğiz. Sokakları, meydanları dolaşıyoruz. Bir zamanlar zengin olan, ama şimdi fakirleşmiş bir ailenin evinde gibi hissediyorum kendimi. Bakıma alınan bazı binalar boyanmış, bazıları dökülüyor. Ama hepsi temiz, hepsi kullanılıyor. Giyile giyile yıpranmış, rengi solmuş, ama temiz ve ütülü bir ipek elbise gibi duruyor Kübalıların üzerinde.

Aynı zamanda imalat da yapan bir biracıda günü bitiriyoruz. Daha çok yerli halkın geldiği bir yer burası. Boş masa bulmak zor. Biz de tam kadro değiliz, küçük bir masanın etrafına sıkışmaya razı oluyoruz. Çok tüketildiğinden midir, fazla soğuk değil biralar. İçerideki imalathaneyi de gezdikten sonra otelimize dönüyoruz.

Tüm gezi boyunca yemeklerde aynı soruyla karşılaşacağız: Tavuk mu, balık mı. Bu memlekette sığır ve koyun eti fazla tüketilmiyor. Hatta iyice ihtiyarlamadan sığırları kesmek yasak diye duyuyoruz. Bunun yanında meyveler çok çeşitli. Ananas, papaya, guava (aşk meyvesi) , avokado, mango, muz ve portakal. Tatlı olarak da sütlü bir tatlı, ya da dondurma ikram ediliyor.

Yemek sonrası yorgunluk kendini fena hissettiriyor. İzmir'de 22:30'da başlayan uçak yolculuğumuz, Türkiye saatiyle 22:00'de bitmişti, yine bizim saatle 05:00 gibi sallanarak odalarımıza çıkıyoruz. Arada 7 saat fark var.


Ertesi sabah erkenden uyanıyoruz. Memleketten gelen haberler pek iç açıcı değil, herkeste biraz burukluk var. Haberleşme imkanlarımız kısıtlı. İnternet yok, telefon kafasına göre bazen çalışıyor. En garantili olan mesaj, o bile her yerde gitmiyor. Herkes ne öğrendiyse, birbirine haber veriyor.


Sabah kahvaltısına meyve tabağı ve peynirlerle başlıyoruz. Meyve tabağında papaya, guava (aşk meyvesi), karpuz, ananas ve portakal var. Peynir tabağında yok yok! Gravyer, küflü peynir ve kamamber dahil pek çok çeşit var! Yalnız, ilk gün adam başı bir tane gelen peynir tabağı, ikinci gün her masaya bir tane olarak değişecek. Her birimize küçük yağ ve reçel paketi geliyor. İsteyene ayrıca omlet, yumurtalı ekmek falan da getiriyorlar. Kuvvetli bir kahvaltı yapıyoruz.

Otelimiz San Fransisco Meydanında. Buradaki San Fransisco Manastırında yıl boyunca konserler veriliyormuş. Otelimizin önünde Chopin olduğu söylenen bir heykel, az ötesinde de tamamen modern tarzda bir başka heykel daha var. Bir gün önce gezdiğimiz sokaklardan yeniden geçiyoruz. Yolumuzun üzerinde Buenavista Social Club'ın afişini görüyoruz. Gezimizin son gününde onları izlemeye geleceğiz buraya.

10 Şubat 2013 Pazar

SÖKE CAMİLERİ

Bazen güzel şeyler yakalamak için dünyanın öbür ucuna gideriz, ama burnumuzun dibindekileri görmeyiz. Söke'de harika bir gün geçirdim. Belki bir kısmımız bu ilçeyi otoyoldan çıktıktan sonra alışveriş merkezlerinin bulunduğu bölge olarak bilir. Öyle bir yere de gittik doğrusu, ama yalnızca müze ziyareti için...

Sabah ilk olarak Ortaklar yolunda Magnesia ören yerine uğruyoruz. Aslında burası günün önemli bir kısmını geçirebileceğimiz bir yer, ama biz yalnızca oradaki Çerkez Musa Camii için oradayız. Şimdi ancak kalıntılarını görebildiğimiz camii, 15. yüzyıldan kalma bir yapı. Hemen yanında yer alan kalıntılardan alınan taşlar da kullanılarak yapılmış. Ama akıbeti onlardan farklı olmamış.




Söke'nin antik ismi Sokia. Menteşe Beyliğinin merkezliğini yapmış, Osmanlı döneminde sancak merkezi olmuş, ancak 19 yy'dan sonra varlığını kaza olarak sürdürebilmiş. Şu anda da Aydın'ın en büyük ilçesi.


Merkezde ilk durak Hacı İlyas Camii. Harap haldeyken mütesellim İlyaszade İlyas Ağa tarafından yeniden yaptırılmış. Mütesellim, Osmanlı zamanında mutasarrıf vekili demekmiş. Yani devleti temsil eden en yetkili kişi. Onarım, kapı üzerindeki kitabede ayrıntılarıyla anlatılıyor.

Harabelerden alınıp kullanılan taşlar ve sütun başları camiyi ilginç hale getirmiş. 



Ziya Bey Mescidini görünce şaşırıyoruz, çünkü tipik bir islam yapısı gibi değil. Binanın içinde ve dışında taş oymalar var. Mihrap, mimber hep taş oyma.

Öğle yemeği için bir alışveriş merkezine giriyoruz. Burası, Söke'de görmeye alışık olduklarımızdan farklı, bir etnografya müzesi var. İçeriyi müze görevlilerinin açıklamaları eşliğinde geziyoruz. Kaftanlar, yağlıklar, peşkirler, bohçalar derken yarım saatten fazla bir zaman su gibi akıyor.


En çok aklımda kalan, padişah Abdülhamit kızını evlendirene kadar düğünlerde kızların kaftan giydiği. Genelde kırmızı, pembe ve mor renklerde yapılıyor, sonradan da önemli günlerde, ziyafetlerde kullanılabiliyor. Ne zaman ki Abdülhamit kızının düğününde beyaz gelinlik kullanıyor, sarayı moda merkezi olarak gören halkımız kaftanı bırakıyor.


Müzeden çıkışta hemen yanındaki lokantada yöresel yemeklerden yiyoruz. Üç kişiyiz, Tire köfte, mantı ve paşa böreği ısmarlamamız öneriliyor. Köfte güzel, mantı hazırdan yapılmış. Paşa böreğini ilk defa yiyorum, çok değişik geliyor bana. Lokanta sahibinin yorumuyla lazanya ve mantının nişanlanmış hali. Kabak tatlısını zaman darlığından bir dahaki sefere bırakıp kahvemizi geleneksel biçimde zarflı fincanlarda içiyoruz. Paşa böreğinin fotoğrafı, sevgili Nina Bencoya'dan.


Son ziyaretimiz, Balat İlyas Bey Külliyesi'ne. Cami, biri kadınlar için iki hamam ve medrese göreceğiz. Cami ve hamam onarılmış. 

Medrese harap durumda. İlk olarak camii geziyoruz. Taş işçiliği inanılmaz. Dışarıdan baktığımızda bazı taşların yine antik çağlardan olduğunu fark ediyoruz. Ama kapıdaki yazılar, içindeki oymalar bambaşka. Bir kısmı taş, bir kısmı mermer. Biraz ileride hamamlar, sıcak su sistemi görülebilecek şekilde restore edilmiş.

Gördüğümüz tüm camiler, tek minareli. Osmanli devrinde birden fazla minaresi olan camileri yalnızca sultan soyundan insanlar yaptırabilirmiş. Ardahan'da görkemli bir yapı yaptırdığı için padişah tarafından sürgüne gönderilen İshak Paşa'yı hatırlıyorum.

Güzel bir günün ardından keyif içinde İzmir'e dönüyoruz.