6 Ağustos 2012 Pazartesi

KALKANDELEN VE MANASTIR

Sabah erkenden Kalkandelen'e doğru yola çıkıyoruz. Etrafı yemyeşil yollardan geçiyoruz. Çorak topraklarda yaşayan bizler için buraları bir cennet.


Kalkandelen'de ilk durağımız Alaca Camii. Otobüsten inerken hiç bir şeyin farkında değiliz, çünkü caminin bize bakan tarafı onarımda. Bahçesine girdiğimiz an şaşkınlıktan gözlerimiz açılıyor. Caminin her tarafı motiflerle bezenmiş. İçinin de aynı şekilde süslenmiş olduğunu görünce, daha da şaşırıyoruz. Birgi'deki Çakırağa Konağına benziyor, ama çok daha gösterişlisi. Yapımı için maddi destek veren iki kız kardeş, değişik çiçeklerle dolu bahçenin bir tarafında mütevazı bir mezarda yatıyor.

Kültür merkezine dönüştürülmüş Çarşı Camii, ve sanat merkezi olarak kullanılan Osmanlı hamamını gördükten sonra Harabati Baba Tekkesine geçiyoruz. Burası, Kanuni zamanında kurulmuş bir Bektaşi tekkesi. Girişteki izbandut gibi adamı görünce şaşırıyoruz, çünkü Bektaşi gibi durmuyor. Bahçeyi bize o gezdiriyor. Yugoslavya zamanında tekkenin kumarhane ve disko olarak kullanıldığını anlatıyor. Şimdi düzelmiş, tamam, ama bir terslik var. Daha sonra derviş mezarlarının ve tekkenin bulunduğu binaya giriyoruz. İçerideki adam Bektaşi, ve dışarıdaki hakkında bir şey söylemek istemiyor. Yalnızca bizim tek bir merkezimiz var, o da Arnavutluk'ta diyor. Türkiye'ye döndükten sonra tekkenin bir kısmının zorla ele geçirildiğini, hatta bazı politikacılarımızın anlaşma için araya girdiğini öğreniyorum.

İkinci durak Manastır. Bir arkadaşımın ailesi Manastır'dan gelmiş. Babaannemin memleketi Grebene, Osmanlı zamanında buraya bağlıymış, şimdi Yunanistan sınırları içinde. Babaannemin ailesi Makedonca değil, Rumca konuşurdu. Ülke sınırları belirlenirken, konuşulan dile göre karar verilmiş. Her halde bu yüzden kasaba Yunanistan'da kalmış. Bir gün Grebene'ye gidersem, babaannemin anlattıklarını yazmak isterim.


Şehri gezerken tuhaf bir hisse kapılıyorum. Sokaklar geçen yüzyıldan epey bir iz taşıyor. En bilinen yer, Shirok sokak. Tabelada aynen böyle yazıyor. Elveda Rumeli dizisi burada çekilmiş, hiç seyretmediğim için "şurası falancanın dükkanı" türü açıklamalara yabancı kalıyorum. Biz oradayken de başka bir film çekimi yapılıyor.

Buralarda Türk dizileri çok revaçtaymış. Öyle ki, yılbaşı programlarından birinde halka gelecek yıldan beklentilerini sorarlarken bir hanım, Onur ve Şehrazatın evlenmesini istiyorum demiş! Kurtlar Vadisini de seyrediyorlar mı, onlar da ölümlerin ardından mevlüt okutuyorlar mı diye düşünmedim desem, yalan olur...

Bu şehir, Osmanlı tarihinde çekilen ilk filme ev sahipliği yapmış. Sultan Reşat'ın Manastır ziyaretini filme alan Milton ve Janaki Manaki kardeşler paylaşılamıyor. Osmanlı kendi halkından sayıyor, Manastır doğumlu iki sinemacı için burada her yıl film festivali düzenleniyor. Bu arada Yunanlılar ve Sırplar da bu iki kardeşi sahipleniyor.

Öğlen yemeği için bir İtalyan lokantasına oturuyoruz,.pizza ve makarna yiyoruz, gayet güzel. Yanında söylediğim limonata, bizim alıştığımıza benzemiyor. Limonu oldukça fazla, ve şekeri yanında geliyor. Gezi boyunca limonata ısmarlıyorum, hepsi de bu şekilde servis ediliyor.  

İshak Çelebi Camii onarımda, küçük bir kısmı kullanıma açılmış. Ardından, şu anda müze olarak kullanılan kışlaya gidiyoruz. Atatürk, bu kışlada askeri idadiyi bitirmiş. Müzede Atatürk'e ayrılan bir yer var, bizi duygulandırıyor. Bir başka kısımda da Makedonya'nın bağımsızlığı için savaşanlar var. Değişik bir durum. Şöyle ki, bir taraftan kendinizi memleketinizde gibi hissediyorsunuz, bir taraftan Büyük İskender'in soyundan geldiğini iddia eden, o kimliği öne çıkarıp Osmanlı'dan kopmak isteyen bir anlayışla karşılaşıp duruyorsunuz. Ülkeyi gezerken sürekli bu ikilemi hissediyorum.

Müzede Atatürk'e sevdalanmış Eleni'nin mektubunu okuyoruz. Çok hoş, duygusal bir mektup. Rivayete göre, yolda zevkle dinlediğimiz parçalardan biri Eleni tarafından söyleniyormuş. İnsanın içini ısıtan bir şarkı bu.
.




Şarkıyı bir kez daha dinlerken gecelemek üzere Ohrid'e doğru yol alıyoruz.