20 Mart 2012 Salı

SARDES

Bu gezi hiç aklımda yoktu, yalnızca seminere katılmayı düşünüyordum. Ama seminer beni heveslendirdi. Pazar sabahı, hafta arası kalkmadığım kadar erken bir saatte yola çıktık.


Lisede Lidya ile Frigyayı hep karıştırırdım. Hafif dalgın tarih öğretmenimiz, sınavda "Başkenti Gordiondur, İskender burada Midas'ın düğümünü kılıcıyla çözmüştür" cevabına her ikisi için de yarım puan verirdi. Bu da bana yeterdi o zaman. Çok sonra, değişik çağrıştırma yöntemlerim sayesinde ayırt etmeyi öğrendim.


Sardes, Lidya'nın başkenti. Ülke Persler tarafından işgal edilince, Büyük İskender'in gelişine kadar bir Pers idare merkezi olarak kalmış. Şehri ele geçiren İskender, yeni yapılarla birlikte şehrin hızla Helenleşmesini sağlamış. Son demlerini Roma döneminde yaşamış, sonra giderek küçülmüş, 18 yüzyılda bir kaç haneden oluşan mezra haline gelmiş, ancak Kurtuluş Savaşı sonrası yeniden gelişmeye başlamış.


Bölgeye geldiğimizde, ilk olarak şehrin kapısını görüyoruz. Yol yapımı sırasında yıkılan şehir surlarının hemen yanında yer alan kapı, şans eseri zarar görmemiş. Ama sur yanında Pers saldırısı sırasında yıkılan bir ev var. İçinde ne varsa öylece kalmış. Pers işgali MÖ 557 yılında olduğuna göre 2560 yıl önceki haliyle duran bir evden bahsediyoruz. Kaplar, eşyalar falan öylece duruyormuş. Bence en hazin olan, eline aldığı taşla birlikte duvarın altında kalan asker. O taş hala elinde, sımsıkı yumruğunun içinde duruyor. Bu, ve düşerken bacağı ters dönen asker, o anın dehşetini olabildiğince yansıtyor. Evleri başlarına yıkılıncaya kadar savaşmış insanlar.


Neyse ki bunlar müzede. Müzede bir de kap kacaklar, krem kaseleri, içki kadehleri gibi Lidyalıların daha değişik kültürlerini gösteren eşyalar sergileniyormuş, göremiyoruz.


Lidyalılar, üç değişik hanedan tarafından yönetilmişler. Bunlardan en bilineni Mermnadai-Şahin Krallar dönemi. Lidyanın en güçlü olduğu dönem, kral Giges'le başlıyor. Parayı icat ediyorlar, müthiş bir zenginlik içinde yaşıyorlar. Karun gibi zengin lafı, Giges'in torunu Kroisos'tan günümüze kadar geliyor.

Lidyalıların yemek kültürü biraz değişik. Köpek eti yiyorlar. Dereotu ve peyniri etle birlikte pişiriyorlar. Buraya kadar sorun yok, ama yemeklerinde baharatın yanında kan kullanmaları tuhafıma gidiyor.



Romalılar zamanında yapılmış sinagog ve hamam var. Sinagog önden oldukça büyük yapılmış, zaman içinde küçülen cemaate göre içine çeşitli odalar eklenerek bölünmüş. Hamamın toplanma yeri restorasyon aşamasında. Buranın akustiği o kadar güzel ki, hamamda şarkı söylemek lafını hatırlatıyor bize.


Altın işliklerini gezerken, adamların kaç yıl öncesinden bu altını işlediklerini düşünüyorum.Belki de altın sayesinde o kadar zenginlermiş ki, Yunanlılara küp küp altınlar gönderirlermiş. Hediye olarak. Hatta "giant" kelimesinin kral Giges'in gönderdiklerinden türetildiği düşünülüyor. Hediye edilen devasa altınlar neyi sembolize ediyordu, düşünüyorum. Bakın biz çok zenginiz mi, yoksa size saygılarımızı sunuyoruz mu...


Son olarak Artemis Tapınağını ziyaret ediyoruz. Bu tapınak, çeşitli evrelerde yapılmış, genişletilmiş, sonunda da kiliseye çevrilmiş bir yapı.


Öğlen yemeğini Salihli'de yiyoruz. Önden salata ve biber ezme geliyor. Önümüzdeki küçük tabaklara alıyoruz. Sonra, şiş üstünde her tabağa dörder adet köfte bırakılıyor. Arkadaşlar uyarmasa, köfteleri ara sıcakların devamı olarak düşüneceğim. Önden çorba, sonrasında da Kemalpaşa tatlısı gelince doyduğumu anlıyorum. Burada Kemalpaşa tatlısını tahinle ikram ediyorlar. Hindistan ceviziyle olandan daha güzel.


Yemekten sonra Bintepeler'e gidiyoruz. Burası küçüklü büyüklü belki yüzlerce mezar bulunan bir bölge. İnsanlar, kendi maddi imkanlarına göre değişik boylarda tepeler yaptırıp, ölülerini buralara gömmüşler. En büyüğü Büyükmutaf Tepe. Kral Alyatesse'nin burada gömülü olduğuna inanılıyor. İkincisi de Karnıyarık Tepe. Burada da Kral Giges ve Kroisos'un yattığı düşünülüyor. Hepsi ilk ve orta çağ döneminde soyulmuş olan bu mezarlar,  Anadolu Piramitleri diye anılmakta. İnsan eli ile yapıldığı düşünülünce gerçekten müthiş, çünkü yükseklikleri 70 metreye kadar çıkıyor.


Son olarak Giges Gölünü ziyaret ediyoruz. Sakin, güzel bir göl derken bir balıkçı teknesi suya iniyor. Etrafı seyrederken patırtılar duymaya başlıyoruz. O da ne! Köylü, balık tutmak için dinamit patlatıyor. Şu kadarcık gölde patlatılan dinamit, kim bilir kaç canlının yok olmasına neden oluyor. Kendi elimizle bindiğimiz dalı kesmekten ne zaman vaz geçeceğiz, bilemiyorum. Üç tarafı denizlerle dolu ülkemizde çok değil, beş on yıl sonra hiç balık kalmayacak. Bilip de önemsemiyorlar mı, yoksa gaflet ve delalet içindeler mi, anlamış değilim.


Her şeye rağmen güzel bir gün oluyor. Güzel bir havada, bir zamanlar onların yurdu olan bu topraklarda yaşayanları anıyoruz.