26 Temmuz 2011 Salı

MİDİLLİ - 3

Son günde ilk durağımız Ayiassos kasabası. Buradaki Meryem Ana Kilisesi önemli. İnsanlar gelip dilek diliyorlarmış, ve bu dileklerin çoğu gerçekleşiyormuş. Ben rehberin yalancısıyım. Karşılığında adaklarını yerine getirmek için her yıl 15 Ağustosta yüzlerce insan buraya akın ediyormuş. Bazıları, bulundukları yerden kiliseye yürüyerek geliyormuş, ve bu adaklarının bir parçasıymış. Meryem Ana ve İsa ikonunun 800 yıllarında Kudüs’ten getirildiği söyleniyor. Hayret, Haçlı seferlerinden kurtulmuş. Adada olduğu için herhalde.

Kiliseyi ziyaret ettikten sonra kasabanın meydanında oturup bir çay içiyoruz. Çayları da bizimkinden farklı. Tadını beğenmiyoruz. Belki bir evde içsek daha güzel olurdu, bir şey söylemeyeyim.

Buranın da seramik işleri ve ahşap oymacılığı meşhur. Dükkanlarda testiler, sepetler ve ahşap tepsiler vs satılıyor. Meydandaki bir dükkandan tulum peyniri alıyorum. İzmir tulumu ile Erzincan tulumu arası bir peynir. Güzel, ancak sonradan biraz fazla tuzlu geliyor.

Yolda kır kahvesi gibi bir yerde duruyoruz. Burası ressam Theophilos’un bir dönem resimlerini yaptığı ağaç kovuğunun olduğu yer. Resmen ağaç kovuğunuda resim yapıyormuş adam. Bir dönem bizim Fikret Mualla gibi sefalet içinde yaşamış, bir tabak yemek karşılığında resimlerini satmış. Kovuğun yanında eserlerinin kötü kopyaları satılıyor.

İkinci durak Barbayannis uzo fabrikası. Söylediklerine göre Yunanistanın en büyük uzo üreticisi. İmalat kısmını geziyoruz, sonra hemen bardaklara birer parmak uzo koyup, tatmamızı bekliyorlar. Yani, akşamüstü falan olsa neyse de, öğlen vakti ve aç karnına kimse oralı olmuyor. Bu arada uzoların derece derece olduğunu öğreniyoruz. Hafif, orta sertlikte ve sert olanı var. Keşke daha uygun bir zamanda gelseydik de, şunların bir tadına baksaydım. Arka arkaya, karşılaştırarak birer yudum alabilme şansı her zaman karşımıza çıkmaz.

Son durağımız Plomari. Barbaros Hayrettin’in doğum yeri diyorlar. Önden sahilde yemek yiyoruz. Lokantanın önünde ahtapotlar güneşte kurutuluyor. Teşekkür ederiz, ahtapot istemiyoruz. Karides ve kalamar dolma yiyelim diyoruz. Arkasından da biber kızartma. Kalamar dolma bizim bildiğimize benzemiyor, ama güzel. Kocaman kalamarın içine peynir koyup pişirmişler. Izgara olmadığı sürece yumuşak bu kalamarlar. Biber kızartma bizdeki gibi soslu ya da yoğurtlu değil, sade geliyor.

Arkasından kasabanın sokaklarında dolaşıyoruz. İki yüz yaşında olduğu düşünülen bir çınar ağacı karşılıyor bizi. Günlerden Pazar, yine her yer kapalı. Bir bakkal dükkanının önünden geçerken, kapıya asılmış dergilerden birinde tanıdık yüzler görüyorum. Bunları nereden tanıyor olabilirim diye yaklaştığımda Kenan İmirzalıoğlu ve Cansu Dere ile karşılaşıyorum. Kapaktalar! Meğer bizim diziler burada da popülermiş.

Bu tur bize farklı geldi. Arkeologlarla gezmeye alıştığımızdan herhalde, tarih ve kültür bilgisi eksik kaldı. Ama rehberimiz bizi memnun etmek için o kadar çabaladı ki, beğenmemek ayıp olurdu. İnsan tanıdıklarını memleketinde nasıl gezdirir, bizi öyle gezdirdi. Zaten bizim dışımızda tura katılanlar da böylesi açıklamaları sıkıcı bulduklarını belirttiler, biz de gezinin bu şekilde keyfini çıkarttık.

Ayrıca belirtmek istediklerim, Mytilene (Midilli) de mitolojik kral Makar’ın kızlarından birinin adı. Şimdilerde Lesbos yerine bu ad tercih ediliyormuş. İngilizce Lesboslu demek istediğinizde “Lesbian” diyorsunuz, bu da adalıların hoşuna gitmiyor. Hanımlar Lesbosluyum demeye utanıyorlarmış. Atinada lezbiyenlere dava açtıklarını duymuştum - isim hakkı için - sonra kaybettiler herhalde.  Zamanında çok esprisi yapılmıştı bu olayın.

Şehirde çevre bilimleri, antropoloji ve sosyoloji dallarında eğitim veren Ege Üniversitesi var. Antik Yunanda yedi bilgeden biri olan Pittakos bu şehirden. Nobel ödüllü şair Odysseas Elytis’in de ailesi buralı imiş.

Ressam Theophilos’u tanıtan sanat eleştirmeni Stratis Eleftheriadis Teriade bu adada doğmuş. Adaya, biri ressama ayrılan iki sanat müzesi açmış. Mytilene’de iki sanat müzesi, iki arkeoloji müzesi, bir etnografya müzesi, bir de Bizans müzesi var. Küçükleri saymıyorum. Aynı bizdeki gibi, değil mi. :) Pek çok da önemli kilise var.

Bunlardan St. Nicholas kilisesi, Osmanlı zamanında türbe iken 1929 yılında kiliseye çevrilmiş. Fatih Sultan Mehmet Midilli’yi fethederken çadırını buraya kurmuş diyorlar.

Gemiye binmeden önce Mytilene’de açık olan yerlerden son alışverişlerimizi yapıyoruz. Bu dükkanların girişinde Türkçe yazılar var. Merhaba, hoş geldiniz gibi temel kelimeleri zaten biliyorlar. Bademli un kurabiyesi, kızartmalık peynir, sakız likörü ve birkaç reçel alıyorum. Reçellerden en çarpıcı olanı zeytin reçeli, cesaret edip açamadım henüz. Bir de limon ve fıstık reçeli var çantamda. Sakız likörü, adada da gümrükte de küçük şişelerde satılmıyor, belirteyim. İllaki yarım litrelik şişelerde almanız gerekiyor. Hediyelik birkaç tane almayı düşündüğüm için hayal kırıklığına uğruyorum.

Bademli un kurabiyesi, bizim badem ezmesinin başka türlüsü. Şanslıyım, son kutuyu alıyorum. Asıl baklavalardan tatmak istiyordum, ama gözüm yemiyor. Çünkü bu memlekette yarım porsiyon kavramı yok. Oranın baklavaları da her şey gibi bizimkilere benzemiyor. Üç dört baklava büyüklüğünde kocaman bir üçgen düşünün. Cam dolapların içinde, tabaklarda duruyor. Pek öyle iştah açıcı gelmiyor bana. Daha doğrusu kocaman tatlıyı görünce tırsıyorum. Bir dahaki sefere diyorum, bakalım ne zaman denk gelecek.

Daha Sigri var, fosilleşmiş orman var, bizimki kadar güzel olmasa da denizi var. Muhteşem dedikleri kumsallar üç metre genişliğinde, taş ve kum arası kıyılardan oluşuyor. Ama şehrin içinde bile tuhaf sıkış sıkış apartmanlardan yok, deli gibi her yere kondurulan yazlık evlerden hiç yok. Güzel, değil mi.

24 Temmuz 2011 Pazar

MİDİLLİ - 2





Ertesi sabah Petra yolundayız. Yolda lego ev büyüklüğünde kilisevari şeyler görüyoruz. İçlerinde ikonalar ve çiçekler var. Tam da o noktada kaza yapıp ölenlerin anısına yakınları tarafından hazırlanmış maketler. İçlerinde sürekli mum yanarmış. Biz de kaza yapmayalım diye yanlarında durmadan geçiyoruz. Buradaki mezarların en fazla 3 yıllık olduğunu öğreniyoruz. Daha sonra kemikler şarapla yıkanıp beyaz çarşaf içinde merhumun yakınlarına verilirmiş. Mezara gitmek yerine çarşafı açıp kemiklerine bakmak da değişik bir anma şekli.

Buraya kadar gelmişken şair Sappho’dan bahsetmemek olmaz. Şair, her yıl doğum günü olduğu varsayılan 15 Ağustosta doğum yeri Eresos köyünde anılıyor. Asil bir aileden gelmiş, ve hayatının neredeyse tamamını bu adada geçirmiş. Antik Yunanda çok tutulan bir isim olduğu, Platonun kendisini “onuncu sanat tanrıçası” olarak nitelendirdiği söyleniyor.

Petra, çok eski çağlardan beri yaşanılan bir yer. Aşilin Truva Savaşına giderken burada mola verdiği söyleniyor. Bölge, adını üzerine Panayia Glykiphilousa kilisesinin yapıldığı kayadan almış. Kilise tepede, çıkmak için merdivenleri tırmanmak gerekiyor. Yukarıda bizi hoş bir sürpriz bekliyor, kilise bir vaftiz törenine hazırlanıyor. İnsanlar telaş içinde sağa sola koştururken en güzel kıyafetlerini giymiş konuklar, ellerinde hediyelerle kiliseye geliyorlar. Onları seyrederken rahip bize gülümseyerek bakıyor. Ben de ona gülümsüyorum, ve içimden bebeğe mutluluklar diliyorum.

Aşağıya inerken değişik bir müze görüyoruz. Buradaki tipik evleri göstermek adına bir konak, müze olarak düzenlenmiş. Hemen içeri dalıyoruz. Bize Avrupalılar kadar değişik gelmiyor, çünkü stil olarak bizim Osmanlı konaklarından çok farklı değil. Rehber bize burası için “Türk Konağı” demişti, ama içeride buna dair bir yazı göremiyoruz.Yapının özelliği, ilk katın yığma taş, ikinci katın ahşap olarak tasarlanmış olması. Buradaki evlerin çoğu bu şekilde düşünülmüş.

Öğlen yemeğini Skala Sykamnias’ta yiyeceğiz. Önce Sykamnia köyünden geçiyoruz. Yazar Stratis Myrivilis’in doğum yeri olarak bilinen bu köyden deniz manzarası çok güzel görünüyor Skala Sykamnias ise küçük teknelerin yanaştığı bir iskele. Kıyıdaki lokantalarda deniz ürünleri sunuluyor.

Rehberimiz burada ıstakozlu makarna yiyebileceğimizi söylüyor. Biz makarna ile karnımızı doyurmayalım, ıstakoz yiyelim diyoruz. Önden bir salata, tereyağda pişirilmiş karides geliyor. Yanında retsina şarabı içiyoruz. Ardından da böcek servis ediliyor. Ödediğimiz fiyatı falan yazmayacağım. Kazara olmayacak biri okur, Çeşmeyi bozdukları gibi orayı da bozarlar diye korkuyorum. Şu kadarını belirteyim, Çeşmede tek kişi ödeyeceğimiz fiyattan daha azını iki kişi için ödüyoruz. Yeri gelmişken yazıyorum, zamanlı zamansız kulakları çınlayan İstanbullular boş yere doktora falan gitmesinler. Çeşmeyi gördükçe biz çınlatıyoruz onların kulaklarını...

İkinci durağımız Molyvos (Mithymna). Adanın en eski yerleşim birimlerinden. Adını mitolojik kralı Makar’ın kızından almış, sonradan Molyvos olarak değişmiş. Adanın en turistik bölgesi. Tepedeki kale Bizans zamanından kalma. Manzarası harika, karşıda Ayvalık görünüyor. O kadar yakın ki, sanki boğazdayız. Manzaranın tadını çıkardıktan sonra sokaklardan yavaş yavaş aşağı iniyor, orada bir “yunan kahvesi” içiyoruz.

Molyvos’un Assos’un kopyası olduğu söyleniyor bize. Burada da Assos benzeri bir sit alanı olma durumu var. Yerel mimariye uygun olmayan evler yapmak yasak.

Sonraki durağımız Mandamados. Burası seramikleri ile meşhur bir yer. Yalnız bunlar bizim seramiklerimiz kadar güzel değil, belirtmek durumundayım. Taxiarchis kilisesini ziyaret ediyoruz. Bu kilise 1700 yıllarında inşa edilmiş, varlıklı bir kilise. Patrik V. Gregory’e ait dini kostüm dahil pek çok kutsal emanet saklıyor. Bu kilise 1800’lerin sonunda Türk korsanlar tarafından soyulmuş. Korsanlar oradaki tüm papazları öldürmüşler, bir tanesi saklanarak kurtulmuş. Söylentiye göre çıktığında gördüklerinden etkilenen papaz, öldürülen keşişlerin kanını toprakla yoğurarak bir ikona yapmış. Bu ikonanın ve kilisenin içeriden fotoğrafını çekmek mümkün olmuyor, oradaki illet zangoç çekmemize izin vermiyor. Sabahki gülümseyen rahipten sonra bu adam sinirlerimi tepeme çıkartıyor. Sadece dışarıda saldırıyı anlatan resmi çekebiliyorum.
Şehre dönünce ille de frape içmek istiyoruz. Sahil boyunda yürüyüp bir yere giriyoruz. Frape güzel, ama kaçırılmayacak bir şey değil. Otururken Midilli sakinlerini gözlemliyoruz. İspanyollardan değişik bunlar. Orada tuhafıma giden kıyafetlerdeki uyumsuzluktu. Kolsuz bluz altına botlar, ya da sandalet üzeri mont gibi değişik alışkanlıkları vardı. Üstelik her ikisini de gördüğüm için ayakları üşüyor bunların; hayır adamlar illa mont giyecekler diye bir şey de söyleyemiyordum. Ağustos sıcağında gibi giyinenler İngiliz, o konuda şüphemiz yoktu.

Buradakiler daha farklı. Frapan, ama ne frapan. Fıstık yeşili elbise, cart pembe çanta, mavi ayakkabılar şeklinde gökkuşağı gibi dolanıyorlar. Tamam, mor ve sarı gider mesela, ama bir de araya pembe koymazsın, değil mi. Renk uyumu harika!

Akşam yemeğinde bu kez Mytilene’deyiz. Sağlıklı olsun diye arkadaşım kuzu değil dana pirzola ısmarlıyor, ve ilk gün öğlen yaşadığım hayal kırıklığı tekrarlanıyor. Taze etten yapılmış kocaman pirzolayı bitiremiyorum. Birilernin bu adamlara bekletilmiş, en azından marine edilmiş etten yapılan yemeklerin farkını anlatması lazım.

14 Temmuz 2011 Perşembe

MİDİLLİ - 1

Yoğun bir iş temposundan sonra hafta sonu tatilini bir gün uzatıp Midilli’ye gidiyorum. Cuma sabahı erkenden yola çıkıp Foça’da vapura biniyoruz. Vapur deyince aklınıza başka bir şey gelmesin. Bizim Alsancak-Karşıyaka hattında çalışan deniz motorlarından bir boy büyük deniz araçlarından. Öyle ki, görevliye “vapur bu mu” diye sormak ihtiyacını hissediyorum. Arkamdan “”burada başka vapur görünüyor mu” diye kendi aralarında konuşuyorlar, duymazdan geliyorum. 

Baştan, erken gidelim, güneşte kalmayalım havasındayım, ama hiç öyle kaygılanmaya gerek yok. Vapurda taş çatlasa otuz kişi var. Güneş mi geldi, yerimizi değiştiriveriyoruz. Yukarısı, aşağısı bizim. Benim İspanya’da ağzım yanmış. Önden aman bavullara göz kulak olalım derken, her şeyi yukarıda bırakıp aşağıya kapalı kısma geçiyoruz. Sanki kapatmışız vapuru.

Yol iki saatten biraz fazla sürüyor, biraz da geç kalktığı için Midilli’ye vardığımızda açlık ve sıcaktan bitap haldeyiz. Rehberimiz bizi karşılıyor, otele eşyaları bıraktıktan sonra hemen dışarı çıkıyoruz. Rehber bize binaları ve sokakları tanıtmaya çalışıyor, milletin açlıktan gözü dönmüş durumda. Kimse hiç bir yere bakmak istemiyor, ama maalesef yemek yiyeceğimiz yere yürümek durumundayız. Geçtiğimiz yerlerde de birkaç dakika durup binaları inceliyoruz.

Midilli’nin en önemli kiliselerinden birinin önünden geçiyoruz. Ayios Therapondas Kilisesi. Açık olsa içine gireceğiz, ama kapalı. Kısa bir açıklama, ve yola devam. İleride viran bir cami görüyoruz. Midilli Tarih Kurumu tarafından 2000 yılında restorasyonu başlamış, ama bir nedenle yarım kalmış. Zamanında oldukça görkemli bir yapıymış.

Oradan çıkıp başka bir caminin önünden geçiyoruz. Bu yapı ayakta, ama cami olarak değil de depo olarak kullanılıyor. Ayvalıkta da depo olarak kullanılan bir kilise olduğunu söylüyor turdakilerden biri. Karşılıklı bir “kıymet bile” durumundayız.

Osmanlı zamanından kalma bir kahvehane, hala aynı amaçla kullanılıyor. Yemekten sonra buraya gelip kahve içeceğiz.

Çok şükür, yemek yiyeceğimiz yere geliyoruz. Yemekler gelene kadar herkes masadaki ekmeklere saldırıyor. Biz salata, ahtapot ve kalamar ızgara, bir de kabak çiçeği kızartması söylüyoruz. Doyar mıyız acaba diye düşünürken, rehberimiz, iki kişiye bu kadar yeter diyor. İyi ki de diyor, çünkü porsiyonlar bizim alıştığımız gibi değil. Bir de millet önden ekmeklere saldırdığı için de olabilir, pek çoğumuza yemek fazla geliyor.

Lokanta bir anda doldu diye midir bilemiyorum, ama garsonlar biraz şaşkın. Siparişleri karıştırıyorlar, bazısını unutup bazısını iki kere getirmeye kalkıyorlar. Onun dışında şöyle bir sorun yaşıyoruz. Burada adet, ahtapot ve kalamarları güneşte kurutup öylece pişirmek. Yani bir karışıma yatıralım, bir gün bekletelim falan gibi dertleri yok. Onların olmayan dert, olduğu gibi bize devroluyor. Gerek ahtapot, gerek kalamar oldukça sert. Kesmekte ve çiğnemekte zorlanıyoruz. Bir de kesmeden, bütün halinde getirdikleri için resmen bir savaş yaşıyoruz. Neden böyle diye sorduğumuzda cevap basit, marine ederlerse tadı bozuluyormuş!

Kabak çiçeği kızartmasını ilk defa yiyorum. Una bulayıp kızartmışlar, tadı güzel. Keserseniz, içinde bir miktar turuncu yaprak görebilirsiniz. Şişman bir mücver gibi. İçinde peynir ve dereotu vardı sanırım. Porsiyonlar büyük, biz yemekleri iki kişi paylaşıyoruz, ve tıka basa doymuş halde masadan kalkıyoruz.

Yemekten önce gördüğümüz Osmanlı zamanından kalma kahvehaneye geçiyoruz. İçeride eskiden kalma duvar resimleri var. Daha önce gittiğim adalardan birinde öğrenmiştim. 1974 yılına kadar “türk kahvesi” adıyla sattıkları kahveyi, artık “yunan kahvesi” diye satıyorlar. Aynı bizim kahve, yalnız daha mı az kavuruyorlar bilmiyorum, biraz daha hafif geliyor bize.

Rehberimiz bize yol gösteriyor. Şu an siesta zamanı. Ya kahvede oturacağız, ya da otele gideceğiz. Biz kahvede oturmayı tercih ediyoruz. İspanya’da sen misin o kadar şikayet eden, al sana Midilli. Burada siesta tamamen farklı bir şekilde yorumlanıyor. Dükkanlar 14:00 gibi kapanıyor, ve mesai bitiyor! Haftanın bazı günleri akşam üstleri lütfen açıyorlar. Cuma, bu günlerden biri, Cumartesi değil. Buradaki dükkan sahipleri parasızlıktan yakınmasın, bizim dükkanlarda çalışanları üstlerine salarım.

Teorik olarak dükkanlar 17:30-18:00 gibi açılacak, biz de ona göre kalkıp önden Ayios Therapondas Kilisesine bakmaya gidiyoruz. Burası benim yurt dışında gerçek anlamda gördüğüm ilk ortodoks kilise. Şimdiye kadar hep katolik memleketlere gitmişim, merak ediyorum. Katolik kiliselerle en büyük farkı, din görevlisinin durduğu yerim arkasında bulunan ikonalar. Bildiğim kadarı ile katolik olanlarda böyle bir şey yok. Sağ tarafta bir ahşap koltuk, üzerinde uzun bir tespih. Sol tarafta bizim minberlere benzeyen bir merdiven. Bunlar neyi ifade ediyor, bilemiyorum.

Sabahın o saatinde masanın üzerine bıraktığım şapkamı almayı unuttuğum için dükkanlara takılmış durumdayım. Bu dalgınlığım yüzünden yakında bir şapka koleksiyonum olacak evde. Caddede bir ileri bir geri turluyoruz, dükkanlar 19:00 civarı açılıyor. Bir koşu alacaklarımızı halledip otele dönüyoruz, çünkü 20:30’da akşam yemeği için buluşacağız.

Akşam tepede, Bayraklı’da koca apartmanlar önünü kapatmadan önce Tantalos gibi manzarası olan bir yere gidiyoruz. Gün batımı mükemmel, şehir tabak gibi altımızda. Belki Tantalos’u biraz daha yukarı taşısalar, daha iyi olacak. Ama önüne yine apartman yapılmama garantisi yok bizim memlekette.

Yolda muhteşem evler görüyoruz. Ayvalık’ta tek tük görülen cinsten, büyük taş evler. Bahçelerinde sardunyalar, başka çiçekler var. Yenileri daha üst sokaklarda. Onlar bizim lüks semtlerdeki evlerimize benziyor.

Önden salata ve kuru cacık geliyor. Arkasından tuzlu sardalya yiyoruz. Sabah tutulmuş sardalyalar, akşama kadar tuzda bekletiliyor. Ayrıca pişirilmiyor, tadı harika. Favayı bezelye ile yapmışlar. Değişik, ama güzel.

Ahtapot ve kalamar ızgara değil, öğlenki şikayetimizi dikkate alan rehberimiz onları sosta yaptırmış. Beğeniyoruz. Karides tereyağında pişirilmiş. Üzerine tekir balığı kızartması yiyoruz. Bunların hepsi sabah tutulmuş, akşama kadar hazırlanmış deniz ürünleri. Hepsini beğeniyoruz, ama bir ikincisini söyleyemiyoruz, çünkü porsiyonlar büyük, biraz daha yersek masadan kalkamayacağız.

Arada gelen peynir kızartmasını ayrıca belirtmek istiyorum. Özel bir peynir, sudan geçirilip una bulandıktan sonra zeytinyağında kızartılıyor. Ailecek peynir kızartmasına bayılırız, ama bizim peynirler artık kızartması yapılacak halde değil. Kızartılınca tuhaf sıvımsı bir hale geliyor. Bu peynir öyle değil. Eski tulumlar gibi. El alem yüz küsur yıldır aynı usullerle yapıyor peynirini, tadı hep aynı kalıyor. Ben çocukluğumun tulum peynirini senelerdir yiyemiyorum. Peynir üreticilerine buradan sitemlerimi yolluyorum!

Tatlı olarak yoğurt üzeri reçel geliyor. Burada yoğurt bizimkinden azıcık farklı, biraz daha tatlımsı gibi. Üzerine vişne, incir ve fıstık reçeli koymuşlar. Ben fıstık reçelinin üzüm reçeli olduğunu iddia ediyorum, çünkü şimdi bizim hayatta olmayan bir akrabamız kireç suyunda beklettiği üzümlerden buna benzer kıtır kıtır bir reçel yapardı. Ama yediğimiz fıstık reçeli, ve ben yeşil fıstığın nasıl bu hale geldiğini anlayamıyorum.

Akşamı birer "yunan kahvesi" içerek bitiriyoruz.

10 Temmuz 2011 Pazar

NEREDEN ÇIKTI BUNLAR

Anne tarafından boğazlı bir aileden geliyorum. Baba tarafım tam tersi. Öyle ki, anneannem bir süre babamın yemeklerini ayıp olmasın diye yediğini düşünmüş. Annem lisedeyken kahvaltıda yarım kilo ekmeği götürürmüş. Bütün aile böyle idi. Doğal olarak, karşısında normalden de az yiyen damadını görünce bir tuhaf olmuş anneannem.

Zayıf bir çocuktum, hala da öyleyim. Bu durumu annemin kabullenmesi epey uzun sürdü. Doktorumun defalarca bu çocuk sağlıklı, kilosuna takılmayın dediğini hatırlıyorum. Sürekli bir şeyler yedirilirdi bana. Balık yağları, arı sütleri falan hiç kar etmedi. Kırmızı yanaklı gürbüz bir çocuk olamadım.

Bu yüzden mi, yoksa iki dedem de yemek-içmekten hoşlandığı için mi bilemiyorum artık, ailemden ayrılıp üniversiteye başladığımda değişik bir yemek zevkim olduğunu keşfettim. Mesela para çekmek için bankaya gittiğim günlerde mutlaka bir rokoko alırdım kendime. Beyoğlunda midye tava-kokoreç, Kadıköy'de kup-griye yemezsem bir şeyler eksik kalırdı. Bir oturuşta dünyayı götürmüyorum hala. Ama yavaş ve emin adımlarla ilerleyip hedefe ulaşıyorum.

Gezmeye bayılırım. Özellikle turist gibi değil de, oranın yerlisiyle karışabildiğim seyahatler benim için idealdir. Hep bol gezmeli bir işim olsun istedim, bu gerçekleşti diyemem. Ama az da olsa çıktığım iş gezilerinde mutlaka bir miktar gezmek isterim. Görüştüğünüz kişi çok ters biri değilse, şehrini size tanıtmaktan mutluluk duyacaktır. Oranın en güzel yemek yapan lokantasına gitmek bile yeter bazen.

Boğazına düşkün biri nasıl gezer, işte böyle gezer. Bazıları daha iyi, bazıları idare eder. Ama hepsinde az da olsa bir yemek macerası var. Eh, gezi zaten işin özü. Bunları paylaşmak istedim.