6 Ağustos 2012 Pazartesi

KALKANDELEN VE MANASTIR

Sabah erkenden Kalkandelen'e doğru yola çıkıyoruz. Etrafı yemyeşil yollardan geçiyoruz. Çorak topraklarda yaşayan bizler için buraları bir cennet.


Kalkandelen'de ilk durağımız Alaca Camii. Otobüsten inerken hiç bir şeyin farkında değiliz, çünkü caminin bize bakan tarafı onarımda. Bahçesine girdiğimiz an şaşkınlıktan gözlerimiz açılıyor. Caminin her tarafı motiflerle bezenmiş. İçinin de aynı şekilde süslenmiş olduğunu görünce, daha da şaşırıyoruz. Birgi'deki Çakırağa Konağına benziyor, ama çok daha gösterişlisi. Yapımı için maddi destek veren iki kız kardeş, değişik çiçeklerle dolu bahçenin bir tarafında mütevazı bir mezarda yatıyor.

Kültür merkezine dönüştürülmüş Çarşı Camii, ve sanat merkezi olarak kullanılan Osmanlı hamamını gördükten sonra Harabati Baba Tekkesine geçiyoruz. Burası, Kanuni zamanında kurulmuş bir Bektaşi tekkesi. Girişteki izbandut gibi adamı görünce şaşırıyoruz, çünkü Bektaşi gibi durmuyor. Bahçeyi bize o gezdiriyor. Yugoslavya zamanında tekkenin kumarhane ve disko olarak kullanıldığını anlatıyor. Şimdi düzelmiş, tamam, ama bir terslik var. Daha sonra derviş mezarlarının ve tekkenin bulunduğu binaya giriyoruz. İçerideki adam Bektaşi, ve dışarıdaki hakkında bir şey söylemek istemiyor. Yalnızca bizim tek bir merkezimiz var, o da Arnavutluk'ta diyor. Türkiye'ye döndükten sonra tekkenin bir kısmının zorla ele geçirildiğini, hatta bazı politikacılarımızın anlaşma için araya girdiğini öğreniyorum.

İkinci durak Manastır. Bir arkadaşımın ailesi Manastır'dan gelmiş. Babaannemin memleketi Grebene, Osmanlı zamanında buraya bağlıymış, şimdi Yunanistan sınırları içinde. Babaannemin ailesi Makedonca değil, Rumca konuşurdu. Ülke sınırları belirlenirken, konuşulan dile göre karar verilmiş. Her halde bu yüzden kasaba Yunanistan'da kalmış. Bir gün Grebene'ye gidersem, babaannemin anlattıklarını yazmak isterim.


Şehri gezerken tuhaf bir hisse kapılıyorum. Sokaklar geçen yüzyıldan epey bir iz taşıyor. En bilinen yer, Shirok sokak. Tabelada aynen böyle yazıyor. Elveda Rumeli dizisi burada çekilmiş, hiç seyretmediğim için "şurası falancanın dükkanı" türü açıklamalara yabancı kalıyorum. Biz oradayken de başka bir film çekimi yapılıyor.

Buralarda Türk dizileri çok revaçtaymış. Öyle ki, yılbaşı programlarından birinde halka gelecek yıldan beklentilerini sorarlarken bir hanım, Onur ve Şehrazatın evlenmesini istiyorum demiş! Kurtlar Vadisini de seyrediyorlar mı, onlar da ölümlerin ardından mevlüt okutuyorlar mı diye düşünmedim desem, yalan olur...

Bu şehir, Osmanlı tarihinde çekilen ilk filme ev sahipliği yapmış. Sultan Reşat'ın Manastır ziyaretini filme alan Milton ve Janaki Manaki kardeşler paylaşılamıyor. Osmanlı kendi halkından sayıyor, Manastır doğumlu iki sinemacı için burada her yıl film festivali düzenleniyor. Bu arada Yunanlılar ve Sırplar da bu iki kardeşi sahipleniyor.

Öğlen yemeği için bir İtalyan lokantasına oturuyoruz,.pizza ve makarna yiyoruz, gayet güzel. Yanında söylediğim limonata, bizim alıştığımıza benzemiyor. Limonu oldukça fazla, ve şekeri yanında geliyor. Gezi boyunca limonata ısmarlıyorum, hepsi de bu şekilde servis ediliyor.  

İshak Çelebi Camii onarımda, küçük bir kısmı kullanıma açılmış. Ardından, şu anda müze olarak kullanılan kışlaya gidiyoruz. Atatürk, bu kışlada askeri idadiyi bitirmiş. Müzede Atatürk'e ayrılan bir yer var, bizi duygulandırıyor. Bir başka kısımda da Makedonya'nın bağımsızlığı için savaşanlar var. Değişik bir durum. Şöyle ki, bir taraftan kendinizi memleketinizde gibi hissediyorsunuz, bir taraftan Büyük İskender'in soyundan geldiğini iddia eden, o kimliği öne çıkarıp Osmanlı'dan kopmak isteyen bir anlayışla karşılaşıp duruyorsunuz. Ülkeyi gezerken sürekli bu ikilemi hissediyorum.

Müzede Atatürk'e sevdalanmış Eleni'nin mektubunu okuyoruz. Çok hoş, duygusal bir mektup. Rivayete göre, yolda zevkle dinlediğimiz parçalardan biri Eleni tarafından söyleniyormuş. İnsanın içini ısıtan bir şarkı bu.
.




Şarkıyı bir kez daha dinlerken gecelemek üzere Ohrid'e doğru yol alıyoruz.

30 Temmuz 2012 Pazartesi

ÜSKÜP

Çifte çifte paytonları getirdim sana,
Ne dedim de darıldın, darılma bana.


Yukarıdaki türküyü henüz duymamışız. Gecenin ilerleyen saatlerinde havaalanındayız. Sabah 05:00 uçağı ile İstanbul'a, oradan da Üsküp'e uçacağız. Tamam, keyfimiz yerinde, ama gözler hafif kapalı, konuşma alt sınırda. Herkes "yarın"ı bekliyor.


Ebruli Tur, bizi Balkan gezisine çıkartıyor. Akla gelebilecek, ama önlenmesi mümkün olmayan tüm aksilikleri yaşayacağız, yine de keyfimiz yerinde olacak. Önceden birbirini tanımayan insanlar tur sonunda neredeyse akraba çıkacak. Mesela bir kısmı okul arkadaşı, iki kişi de dedelerinin ve muhtemelen babalarının arkadaş olduğunu öğrenecek. Bunun yanında birimiz kulak iltihabı geçirecek, bir yerlerde unutulan eşyalar çalınacak. Aralarından öylesine seçtiğim tuhaf rastlantılar ardı ardına yaşanırken kimse kimseyi üzmeyecek, hepimiz keşke aynı otobüs bir başka gezide yine beraber olabilse diye içinden geçirecek. Bunlar daha yaşanmadı.



İstanbul'dan kalkıyoruz, bir saat içinde Üsküp'teyiz. Uçaktan aşağıyı seyrediyorum. Geniş tarım alanları, şehre yaklaştıkça yerini ağaçlı bölgelere bırakıyor. Vardar nehri kıvrım kıvrım şehrin içinden geçiyor. Büyük İskender Havaalanına iniyoruz.  Dışarı çıkınca sıcak çarpıyor. Bilgisayardan baktığımızda ortalama sıcaklık 30°, ama şansımıza 10° daha fazla! Tüm gezi boyunca hep bu sıcaklık sorunu olacak, güneş bazılarımızın canını acıtacak kadar yakacak.

Şehre yaklaşırken her tarafta adı geçen haçı görüyoruz. Sanki İzmir'de Çatalkaya'nın tepesine bir haç dikmişler gibi. Her taraftan görünüyor, gece de ışıklandırılıyor. Çünkü şehre Türk bölgesinden giriliyor, büyüklü küçüklü camiler göze çarpıyor. Gelen misafirlerin burasını müslüman şehri zannetmesi istenmiyor. Camiler yıkılamayacağına göre, kocaman bir haç yapıp hristiyan olduklarını kanıtlamak istiyorlar.


Şehrin şu anki ismi Skopje, nereden geldiği tam olarak bilinmiyor. Bir rivayete göre ok kelimesinden çıkmış, ama grubumuzdaki doktorlara göre "skupi" kelimesinden türemiş. Bu kelimenin anlamı gözlem. Antik çağdaki ismi Scupi, neden olmasın. Adı nereden gelirse gelsin, Osmanlı zamanında önemli bir şehirmiş. Avusturya 1689 yılında bir süreliğine eline geçirince ilk felaketini yaşamış. General Piccolomini, hayran olduğu şehri veba salgını  bahanesiyle tamamen yakmış. İki gün süren yangının sonunda o güzelim yapılar, bahçeler perişan olmuş. O sıralar eski gücünü kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, geri aldığı şehri bir daha eski haline getirememiş. İkinci yıkım 1963 yılında 20 saniye süren depremle gelmiş. Şehir büyük ölçüde hasar görmüş. Öyle ki, Birleşmiş Milletler 78 ülkenin katıldığı bir destek fonu kurmuş. Picasso dahil pek çok sanatçı bu fon için birer eserini bağışlamış. 


Türkiye'ye çok güveniyorlar. Yerel rehberimiz anlatıyor, zamanında Miloseviç Yunan başbakanına Makedonya'yı paylaşma teklifi götürmüş. Türkiye'nin tepkisinden korkan başbakan bu teklife sıcak bakmamış. Bölge, son savaştan en az etkilenen yerlerden, yine de eski Yugoslavya'nın diğer ülkelerine göre fakir durumda. Daha çok tarım ve hayvancılıkla geçiniliyor.


Vardar nehri şehri ikiye bölüyor. Osmanlı zamanından kalan, daha çok müslümanların  yaşadığı kısım pek bakımlı değil. Küçücük bir kapalıçarşısı var, Bezistan. Sokakları dolaşırken 70'li yıllarda bir Anadolu kasabasını geziyor gibiyiz, Türkçe yazılar göze çarpıyor. Yalnız günlerden Pazar, dükkanların çoğu kapalı. Buranın köftesi ve kuru fasulyesi meşhur. İki kişiyiz, birer porsiyon söylüyoruz. Fasulye toprak kapta geliyor, güzel. Köfte bizi şaşırtıyor, aynı İnegöl köfte! Sonradan Bursa tarafındaki Makedon göçmenleri düşününce durum aydınlanıyor. Yanına bir de közlenmiş biber istiyoruz. Biberler sürprizli. Bir kısmı tatlı, bir kısmı acı. Kısmetimize ne çıkarsa artık.


Şehirde 30 kadar cami var. İlk yapılan Sultan Murat Camii, yanında da İsa Bey Camii yer alıyor. Buralarda camiler yalnızca ibadet saatlerinde açık, diğer zamanlarda kapalı. Bu yüzden bütün gezide yalnızca birkaç caminin içine girebiliyoruz. Birinde Türkçe, bir ikisinde Arnavutça, diğerlerinde Boşnakça vaaz veriliyormuş.


Üsküp Kalesine çıkıyoruz. Depremde hasar gören kale, yakın zamanda onarılmış. Yalnız içine kilise yapılacak söylentisi Arnavutlarda gerginlik yaratmış. Şimdi içeri girilmiyor, duvarlarına bakabiliyoruz ancak. Dolaşırken piknikçiler bize buyrun diye sesleniyor, teşekkür ediyoruz. Burada Türk olmak güzel bir şey.


Kalenin yanında Mustafa Paşa Camii, diğer tarafta Arasta Camii, beyaz minaresiyle dikkat çekiyor. Akustiği iyi olduğu için gösteri merkezi olarak kullanılan Kurşunlu Han, şimdi sanat galerisi olarak kullanılan Davut Paşa Hamamına dışarıdan bakıyoruz. Eski Yugoslavya'daki hamamların hemen hepsi, şu an sanat galerisi olarak hizmet veriyor. Kapan Han onarılmış, içinde lokantalarıyla birlikte ziyaret edilebiliyor. Saat kulesi, Osmanlı zamanında yapılan ilk saat kulesi. Tren istasyonu, deprem anı duran saatiyle müze olarak kullanılıyor.


Sultan Murat döneminde başlanan, Fatih zamanında bitirilen Taşköprü, şehrin simgesi. Köprü ile şehrin hristiyan kesimine geçiyoruz. Bu taraf öyle bakımlı ki, sanki iki ayrı yerde gibiyiz. Taşköprünün kitabeleri değişik senelerde yapılan onarımlar sırasında teker teker yok olmuş. Son bakımda mihrabı da gitmiş, gelen tepkiler üzerine tekrar yerleştirilmiş, yalnız Sultan Murat döneminde "yeniden yapıldığı" belirtilmiş. Bu arada Makedonlar, köprünün Romalılar döneminden kaldığı yönünde iddialarda bulunmaya başlamışlar.

Köprünün sonunda kocaman bir meydan var. Hoparlörden meydana yayılan klasik müzik, eski Yugoslavya günlerinden kalma sanki. Dört yanda heykeller, Büyük İskender, babası Philip, Kiril kardeşler, Osmanlı'ya karşı ayaklanıp öldürülen Karpos, bu heykellerden bazıları. Meydanın bitiminde, şehrin en büyük caddesi, Makedonya caddesi bulunuyor. Sultan Reşat'ın Makedonya gezisinde faytonla gezdiği cadde, şehrin en turistik mekanlarının bulunduğu yer. Asıl adı Agnes Gonca Boyacı olan katolik Arnavut Rahibe Teresa'nın doğduğu ev bu cadde üzerinde. Değişik pastaneler, lokantalar arasında geziniyoruz. Caddenin sonunda da Türk markalarıyla Ramstore alışveriş merkezi var.

Akşam yemeği için turistik bir lokantaya gidiyoruz. Yemekte kuru fasulye ve köfte dışında közlenmiş biber, patlıcan, değişik peynirler ve börekler var. Fasulye, öğlen yediğimizden daha güzel, köfte ve biber aynı kalitede.  Ama yanında gelen patlıcan, domates ve peynirler harika. Gerçekten doğal şartlarda yetişmiş gıdaların tadı başka oluyor.


Yemek sırasında müzik başlıyor. İlk şarkılar kendi dillerinden, güzel güzel dinliyoruz. Sonra Türkçe bir parçaya geçiyorlar. Kendilerine has bir aksanla okudukları parçanın sözlerini anlamak hoşumuza gidiyor. 


Okka okka lokumları yedirdim sana
Ne dedim de darıldın, darılma bana.




Ailesi Üsküp'ten gelmiş arkadaşlarımı düşünüyorum şarkıyı dinlerken. Derken, diğer parçalarla şaşırıyoruz. Kalenin Bedenleri, Kızım Seni Ali'ye Vereyim mi, Osman Aga, Senede Bir Gün ve Neden Saçların Beyazlanmış Arkadaş geliyor ard arda. Makedonca söylüyorlar. Haydi bir kısmı anonim, ama son ikisinin bestecisi Türk. Meğer onlar da Türkiye'den şarkı adapte etmişler. 


Bu şarkıların eşliğinde edilen danslarla geceyi bitiriyoruz. Oldukça erken bir saatte başladığımız günümüzü yorgun ama neşe içinde sonlandırıyoruz.

8 Mayıs 2012 Salı

HASANKEYF - MİDYAT

Sabahın körü bile diyemeyeceğimiz bir saatte yollara düşüyoruz. Öyle ki, uçağımız Diyarbakır'a vardığı zaman hala sabahın erken saatlerindeyiz. Hemen kahvaltı için Hasan Paşa Hanı'na koşuyoruz. Burası alabildiğine turistik bir yer. Üst katı muhtelif kahvaltı mekanları ile dolu. Bizim için hazırlanmış masalarda bize değişik gelecek patlıcan, çemen, yoğurt üzeri vişne şurubu ve bal kaymak fıstık tabağı var. Onun dışında değişik peynirler, zeytinler, kaymak, bal, domates, yeşillikler gibi bize daha yakın gelen yiyecekler de masada. Ekmekler güzel, çaylar değil.


Çıkışta alt kata bir göz atıyoruz. Che Guevara, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya ve Said Nursi resimlerinin işlendiği halılar, bir dükkanın kapısında asılı duruyor. Diğerleri ile beraber olmak acaba en çok hangisine koymuştur diye düşünüyorum.


Yola çıktığımızda hoş manzaralar görüyoruz. Şehre girerken geçtiğimiz surlara yakın bir yerde, kavşaklardan birinin ortasındaki yeşillik alanda birisi kadın üç kişi güneşin tadını çıkarıyor. Zamanın valisi tarafından şehrin daha havadar olması amacı ile yıkılmasına karar verilen surların, Fransız arkeolog Albert Gabriel tarafından kurtarılmasını anıyoruz. Baştan Fransız ordusunda Türklere karşı savaşan hoca, sonradan İstanbul'da Fransız Arkeoloji Enstitüsünü kuruyor.


Hasankeyf, yaklaşık 12000 yıl önce kurulmuş bir yerleşim birimi. Tarihi İpekyolu üzerinde olduğu için  yıllarca önemini korumuş. "Ben esere eser demem, eser benim olmayınca" mantığı ile suların altında kalacak. Belki burada bir türbe, bir külliye, bir zaviye,  iki de cami olduğunu söylersek kurtarabiliriz. Kim bilir.


Uzun Hasan'ın Otlukbeli Savaşında yaralanıp ölen oğlu için yaptırılan Zeynel Bey Türbesi bir tarafta. Eski bir tapınak iken, Romalılar döneminde kiliseye dönüştürülen yapının üzerine Artuklular tarafından inşa edilen Ulu Camii diğer tarafta. Kaldırıp taşımak yerine su seviyesini alçak tutsalar olmuyor mu acaba. İlk olarak El-Rızk Camii taşınacakmış. İnat uğruna gidecek kaçıncı yer olacak acaba Hasankeyf.


Büyük ve Küçük Sarayı geziyoruz. Küçük Saraydan Hasankeyf ve Dicle muhteşem görünüyor. Köprünün ne zaman yıkıldığı bilinmiyor. Bu manzarayı da taşıyabilecekler mi acaba. El-Rızk Camiinin yalnızca minaresi ve kuzey bölümü duruyor. Minarenin üzerinde yazılar ve süslemelerle birlikte, Allah'ın 99 ismi yazılı. Diğer bir özelliği de şerefeye çıkan iki merdiveninin olması.


Buraya özgü şebot balığından tadamıyoruz, ama Dicle'ye karşı birer mırra içiyoruz ve Midyat'a doğru yola çıkıyoruz. Öğlen yemeğini Bahçevan Ocakbaşında yiyeceğiz. Lokantamızı ararken şoförümüz bana Fransızları hatırlatıyor. Bilen bilir, Fransızlar kendileri gibi konuşamayanların ne dediğini bir türlü anlamazlar. Pratik zeka eksikliğinden mi, züppelikten mi, artık bilemiyorum. Takside gideceğim yeri anlatmak için haritayı açtığımı bilirim. 


Biz de uzun süre lokantamızı arıyoruz, telefonda verilen tarifi rehber de şoförümüz de tam anlamadığı için sokaklarda dolaşıp duruyoruz. Aramızda Bahçevan şurası mı burası mı şeklinde konuşuyoruz. Bir süre sonra rehberimiz lokantayı bir kez daha arıyor, ve yine şoföre veriyor. Bir süre sonra şoförün şu şekilde söylendiğini duyuyoruz:


"Neden bana Bahçevan olduğunuzu söylemediniz. Ben size iki üç tane tur getirdim. Allah sizi ne yapsın!"


Biz şaşkınlıklar içinde birbirimize bakıyoruz. Hangi dilde konuşuyorduk acaba? Gel de anma şu Fransızları.


Bahçevan Ocakbaşı'nda karışık tabak alıyoruz, yemekler güzel. Pilavı farklı bir pirinçle yapıyorlar, gezi boyunca bunu fark ediyoruz.


Yemekten sonra Mor Gabriel Manastırına geçiyoruz. Bu manastır, Süryanilerin en eski manastırlarından, MS 400 yıllarında kurulmuş.  Yörenin adı Turabdin, Süryanice Münzevilerin Dağı anlamına geliyor. Adını aldığı Mor (Aziz) Gabriel, Turabdin Metropolitlerinden.


Bu manastır, Süryaniler için Kudüs kadar önemli. Gezerken 50-60 m² büyüklüğünde bir yere geliyoruz. İkibinin üzerinde azizin burada yattığını öğrenince şaşırıyorum. Manastırı bize gezdiren kişi bunu sezmiş gibi açıklamaya başlıyor. Süryanilerde din adamları doğuya bakacak şekilde oturur halde defnediliyor. Dört beş yıl sonra bir başkası öldüğünde kemikleri yan tarafa alıp yeni din adamını sandalyeye oturtuyorlar. Tabi bu şekilde bir çok kişi aynı yerde gömülü olabiliyor.


Timurun seferlerine kadar manastırda sağlam duran varak işlemelerden geriye hemen hemen  bir şey kalmamış, ama yapı tüm heybetiyle duruyor. Artık eğitim vermese de genç öğrenciler burada kalabiliyor.


Çıkışta Midyat sokaklarını dolaşıyoruz. Buradaki evler, aynı manastır gibi taş işçiliğinin güzel örneklerini sergiliyor. Süryani telkarileri, Süryani şarapları arasında dolanıp duruyoruz.


Akşam otelde açık büfe var. Bu tip menülerde her zaman yaptığım gibi salatadan tatlıya geçiyorum. Özel bir şey yok. Yaklaşık 20 saat süren günümüzün sonunda perperişan uykuya geçiyoruz.

20 Mart 2012 Salı

SARDES

Bu gezi hiç aklımda yoktu, yalnızca seminere katılmayı düşünüyordum. Ama seminer beni heveslendirdi. Pazar sabahı, hafta arası kalkmadığım kadar erken bir saatte yola çıktık.


Lisede Lidya ile Frigyayı hep karıştırırdım. Hafif dalgın tarih öğretmenimiz, sınavda "Başkenti Gordiondur, İskender burada Midas'ın düğümünü kılıcıyla çözmüştür" cevabına her ikisi için de yarım puan verirdi. Bu da bana yeterdi o zaman. Çok sonra, değişik çağrıştırma yöntemlerim sayesinde ayırt etmeyi öğrendim.


Sardes, Lidya'nın başkenti. Ülke Persler tarafından işgal edilince, Büyük İskender'in gelişine kadar bir Pers idare merkezi olarak kalmış. Şehri ele geçiren İskender, yeni yapılarla birlikte şehrin hızla Helenleşmesini sağlamış. Son demlerini Roma döneminde yaşamış, sonra giderek küçülmüş, 18 yüzyılda bir kaç haneden oluşan mezra haline gelmiş, ancak Kurtuluş Savaşı sonrası yeniden gelişmeye başlamış.


Bölgeye geldiğimizde, ilk olarak şehrin kapısını görüyoruz. Yol yapımı sırasında yıkılan şehir surlarının hemen yanında yer alan kapı, şans eseri zarar görmemiş. Ama sur yanında Pers saldırısı sırasında yıkılan bir ev var. İçinde ne varsa öylece kalmış. Pers işgali MÖ 557 yılında olduğuna göre 2560 yıl önceki haliyle duran bir evden bahsediyoruz. Kaplar, eşyalar falan öylece duruyormuş. Bence en hazin olan, eline aldığı taşla birlikte duvarın altında kalan asker. O taş hala elinde, sımsıkı yumruğunun içinde duruyor. Bu, ve düşerken bacağı ters dönen asker, o anın dehşetini olabildiğince yansıtyor. Evleri başlarına yıkılıncaya kadar savaşmış insanlar.


Neyse ki bunlar müzede. Müzede bir de kap kacaklar, krem kaseleri, içki kadehleri gibi Lidyalıların daha değişik kültürlerini gösteren eşyalar sergileniyormuş, göremiyoruz.


Lidyalılar, üç değişik hanedan tarafından yönetilmişler. Bunlardan en bilineni Mermnadai-Şahin Krallar dönemi. Lidyanın en güçlü olduğu dönem, kral Giges'le başlıyor. Parayı icat ediyorlar, müthiş bir zenginlik içinde yaşıyorlar. Karun gibi zengin lafı, Giges'in torunu Kroisos'tan günümüze kadar geliyor.

Lidyalıların yemek kültürü biraz değişik. Köpek eti yiyorlar. Dereotu ve peyniri etle birlikte pişiriyorlar. Buraya kadar sorun yok, ama yemeklerinde baharatın yanında kan kullanmaları tuhafıma gidiyor.



Romalılar zamanında yapılmış sinagog ve hamam var. Sinagog önden oldukça büyük yapılmış, zaman içinde küçülen cemaate göre içine çeşitli odalar eklenerek bölünmüş. Hamamın toplanma yeri restorasyon aşamasında. Buranın akustiği o kadar güzel ki, hamamda şarkı söylemek lafını hatırlatıyor bize.


Altın işliklerini gezerken, adamların kaç yıl öncesinden bu altını işlediklerini düşünüyorum.Belki de altın sayesinde o kadar zenginlermiş ki, Yunanlılara küp küp altınlar gönderirlermiş. Hediye olarak. Hatta "giant" kelimesinin kral Giges'in gönderdiklerinden türetildiği düşünülüyor. Hediye edilen devasa altınlar neyi sembolize ediyordu, düşünüyorum. Bakın biz çok zenginiz mi, yoksa size saygılarımızı sunuyoruz mu...


Son olarak Artemis Tapınağını ziyaret ediyoruz. Bu tapınak, çeşitli evrelerde yapılmış, genişletilmiş, sonunda da kiliseye çevrilmiş bir yapı.


Öğlen yemeğini Salihli'de yiyoruz. Önden salata ve biber ezme geliyor. Önümüzdeki küçük tabaklara alıyoruz. Sonra, şiş üstünde her tabağa dörder adet köfte bırakılıyor. Arkadaşlar uyarmasa, köfteleri ara sıcakların devamı olarak düşüneceğim. Önden çorba, sonrasında da Kemalpaşa tatlısı gelince doyduğumu anlıyorum. Burada Kemalpaşa tatlısını tahinle ikram ediyorlar. Hindistan ceviziyle olandan daha güzel.


Yemekten sonra Bintepeler'e gidiyoruz. Burası küçüklü büyüklü belki yüzlerce mezar bulunan bir bölge. İnsanlar, kendi maddi imkanlarına göre değişik boylarda tepeler yaptırıp, ölülerini buralara gömmüşler. En büyüğü Büyükmutaf Tepe. Kral Alyatesse'nin burada gömülü olduğuna inanılıyor. İkincisi de Karnıyarık Tepe. Burada da Kral Giges ve Kroisos'un yattığı düşünülüyor. Hepsi ilk ve orta çağ döneminde soyulmuş olan bu mezarlar,  Anadolu Piramitleri diye anılmakta. İnsan eli ile yapıldığı düşünülünce gerçekten müthiş, çünkü yükseklikleri 70 metreye kadar çıkıyor.


Son olarak Giges Gölünü ziyaret ediyoruz. Sakin, güzel bir göl derken bir balıkçı teknesi suya iniyor. Etrafı seyrederken patırtılar duymaya başlıyoruz. O da ne! Köylü, balık tutmak için dinamit patlatıyor. Şu kadarcık gölde patlatılan dinamit, kim bilir kaç canlının yok olmasına neden oluyor. Kendi elimizle bindiğimiz dalı kesmekten ne zaman vaz geçeceğiz, bilemiyorum. Üç tarafı denizlerle dolu ülkemizde çok değil, beş on yıl sonra hiç balık kalmayacak. Bilip de önemsemiyorlar mı, yoksa gaflet ve delalet içindeler mi, anlamış değilim.


Her şeye rağmen güzel bir gün oluyor. Güzel bir havada, bir zamanlar onların yurdu olan bu topraklarda yaşayanları anıyoruz.



12 Şubat 2012 Pazar

KAMİKAZE'NİN MİMİ


Sevgili Kamikaze bana mim göndermiş. Gelen-gelecek mimleri, blogun konusuna göre eğip bükmeyi düşünüyordum zaten. Bu bir anket olduğu için, yapabildiğim kadar artık.


1- Sevdiğiniz anlamlı bir söz?


Gezen güzel, oturan gazel olur. Gaziantep'te bir müzede okudum.


2-Makyajınızda olmazsa olmazınız?


Gözüme kalem çekmezsem olmaz.


3-Uyguladığınız güzellik tüyosu?


Mutluluk sanırım. Mutlu olduğum zamanlar bolca iltifat alırım.:)


4-En Sevdiğiniz Çiçek?


Balkonlardan sarkan sardunyalar, begonviller. Gördükçe içim açılır. :)


5-Nefret Ettiğiniz Bir şey?


Gezerken yanımdakilerin onu istemem, şunu istemem diye vızıklanması.


6-En Çok Sevdiğiniz İltifat?


Farkına varmadan yapılan iltifat. Bu tip iltifatlar beni çok memnun eder, bazen karşımdaki iltifat ettiğini anlamaz bile. :)


7-Favori Kitabınız?


Vedat Milor’un İtalya kitabı. Hem ülkeyi, hem lokantalarını anlatıyor, insanın hemen gidip yiyesi geliyor. :)


8- Görünüm Olarak Size En Yakın Bulduğunuz Ünlü?


Öyle biri yok.


9- Herkesin Sevdiği ama Sizin Bir Türlü Sevemediğiniz Ürün?


Bende bunlardan iki tane var. Birincisi kapari. Tabağındakileri ayıklayanlara sinir olduğum için bana cezadır bu. Ben de ayıklamaya başladım çünkü.


İkincisi de tatlılarda kullanılan yeşil fıstık. Yiyebiliyorum, ama bir lokma. İkincisi ağır geliyor. 


10- Şu An En Çok Almak İstediğiniz Kozmetik Ürün?


Güneş kremi. Gezilerde olmazsa olmaz bir ürün.