25 Aralık 2011 Pazar

HİNDİSTAN - 3

Son gece fabrika müdürü, Almanı ve biz iki Türkü evine yemeğe çağırıyor. Önden biraz sohbet edip yemeğe geçiyoruz. Masayı görünce şaşırıyorum. Üç misafir, müdür ve müdürün oğlu oturuyoruz masaya. Oğul yemek yediği halde sırf sohbet amacıyla orada. Evin hanımı ise garson gibi ayakta duruyor. Gece boyunca böyle devam ediyor durum. Eşine soruyoruz, size hizmet etmek için cevabını alıyoruz. Anlaşılan ben misafir olduğum için sofradayım, yoksa arkada bir yerde yiyecektim yemeğimi.


Yemekler bir harika. Bunca yıl sonra isimlerinin hepsini hatırlayamadığım yemeklerden ikişer tabak yiyorum. Ev sahibesi memnun. Mercimeği çok kullanıyorlar. Chana Daal dedikleri yemek, mercimeği hindistan cevizi, hardal, kırmızı biber, defne yaprağı, tarçın, zencefil, karanfil, kimyon gibi değişik baharatlarla pişirilerek yapılıyor. Favorilerim bu, ve yine değişik bir karışımla pişirdikleri tavuk oluyor. Ekmek niyetine de bizim lavaş ekmeğine benzer sacda pişirilmiş incecik yufka yiyoruz. Bizde bazı yörelerde yapıldığı gibi, yufka bir anlamda kaşık gibi kullanılıyor. 


Otelde bunlar yoktu. Otelde yediğimiz tatsız domatesler ve tropik meyveler de burada yok. Domatesler tatlı, bizim tarla domatesleri gibi. Otelde ilk gün sevinerek aldığım taze papayalar bir şeye benzemeyince, bu ülkenin yiyecekleri bana göre değil demiştim. Her haliyle özenle yapıldığı belli olan bu sofra, gezinin ilk günlerinde edindiğim Hint Mutfağı konusundaki ön yargılarımı ortadan kaldırıyor. Yoksa diğer ülkelerde yenilen güzel Hint yemeklerinin hep birer uyarlama olduğunu düşünecektim.

Aynı bizim usul, yemekler bol tutulmuş ki, misafir istediği kadar yiyebilsin. Yemekten aldığım keyifle iştahım doğru orantılıdır benim. Cüssem belli, bu güne kadar yediklerim de belli. Son gün gösterdiğim performans ile diğer misafirleri şaşırtıyorum! Ertesi gün ayrı ayrı, onca yemeği nasıl yediğime gösterdikleri hayreti belirtmek ihtiyacını hissedecekler...


İki çeşit tatlı getiriyorlar önümüze. İlki, üzerinde gümüş yaprak olan badem ezmesi. Bizimkine çok benziyor. Zaten adı da “badam”. Bizimkinden değişik olarak üzerinde gümüş bir film var. Bildiğimiz gümüş! O kadar ince bir tabaka ki, ısırıp çiğneyebiliyorsunuz. Gümüş yutmak sakıncalı değildir umarım. Gerçi en fazla 15-20 tane yemişimdir (hepsini o gece yemedim, eve de aldım) ama buradaki insanlar kansere falan hiç bakmıyor.


İkincisi gulab jamun denilen, görünüm itibarı ile bizim Kemalpaşa tatlısını andıran şuruplu bir tatlı. Bir çeşit krema ve süt kesiğini unla hamur haline getirip içine kakule, yeşil fıstık ve safran karışımını koyup kapatıyorlar. Yağda kızartıp şuruba yatırıyorlar. Benim zevkime tam uymuyor, ama onların çok özel bir tatlısıymış.


Ertesi gün son. Fabrika sahipleri bizi öğlen yemeğine götürüyor. Bir otelin lokantasına gidiyoruz. İçerideki tek hanım benim. Diğer masalardan meraklı bakışlarla karşılaşıyorum. Biri iyice abartıp fotoğrafımı çekiyor. Yemekler, evde yediklerim kadar lezzetli değil. Tipik açık büfe tarzı. Kaldığımız otelde de bir kısım yemek açık büfeydi, onlar da güzel değildi. Yalnız her yemekte içtiğim karpuz suyunun kötü olmadığını hatırlıyorum.


İlk haftanın sonunda bana istersen dönebilirsin demişlerdi, kabul etmemiştim. Önceden anlatılanlardan dolayı yalnız kalmak istemiyordum. Ne kadar doğru bir karar vermişim! Dönüşte yine Yeni Delhi iç hatlar havaalanına geliyoruz. Vakit gece yarısı, bu kez taksiye biniyoruz. Öyle yerlerden geçiyoruz ki, adam arabayı durdursa, bizi indirse kimse bulamaz. Korkuyorum.


Havaalanına geliyoruz, ve bu ülke beni şaşırtmaya devam ediyor. Burası dünyanın en işlek hava alanlarından biri, hiç de öyle gibi durmuyor. Önümüzde 3-4 saat var, oturacak tek bir yer yok. Sıcak-soğuk, her hangi bir şey içebileceğiniz bir yer yok. Hiç bir şey yok!


Bavullarımızın üzerine oturup bekliyoruz. Yüzlerce insan, değişik kuyruklar oluşturuyorlar geniş salonda. Hollandalılar, İngilizler, Japonlar… Bu havaalanı gecenin birinde böyle, gündüz vakti nasıl olduğunu düşünemiyorum.


Nihayet bizim uçuş için bagaj alımı başladığında koşarak sıraya giriyoruz. Uçağa girmek için beklerken oturabiliyoruz, müthiş seviniyorum. Uçağa binerken daha da seviniyorum.


Bu geziden sonra Hindistan’a bir daha gider miyim, evet. Bunun iki nedeni var. İlki, yakından tanıdığımız insanların bizi çok aşina olduğum bir şekilde ağırlamaları. Doğu misafirperverliği diye bir şey var. Hiç bir Avrupalıda göremeyeceğiniz bir şey bu. Bizi memnun etmek için paralandılar adeta.


İkinci neden de, Tac Mahal’I bile göremeden dönmüş olmam. Yurt içi uçak biletleri ev sahibi firma tarafından ayarlandığı için zamanı tutturamadık. Meğer baştan onlara söylememiz gerekiyormuş. Bilemedik. 


Şehirde yalnız gidebildiğim tek yer, otelden bir sokak ilerideki bizim Dösim mağazası benzeri  dükkandı. Orada da birkaç biblo, yastık kılıfı ve masa örtüsü dışında bir şey olmadığı için fazla vakit geçiremedim. Bazı dükkanlarda da seçtiğiniz kumaştan bir gün içinde sari yapıp size teslim ediyorlardı. Ancak ayakkabıları çıkarıp girmek gerekiyordu, denemedim bile. 


Müthiş tapınakları görmek, muhteşem takılardan almak, hakkıyla yapılmış enfes Hint yemeklerinden yemek  için yeniden gelmek isterim buraya. Mümkünse doğu misafirperverliğini bir kez daha yaşamak için de...

18 Aralık 2011 Pazar

HİNDİSTAN - 2

Buraya geliş nedenimiz, tasarladığımız bir direğin performans testinin yapılması. Müşteri Nepal’den olduğu için imalat ve test onlara yakın bir yerde yapılıyor. Daha önce de bu tip testler görmüştüm, ama buradaki farklı başlıyor. Önden fabrikanın içindeki küçük tapınağa gidiliyor. Orada tanrıların bize yardım etmesi için dua ediliyor. Sonra direğin yanında tanrılara adak olarak hindistan cevizi kırılıyor. Kırma işlemini yapan kişi, ayakkabılarını çıkarıp paspas büyüklüğünde bir halının üzerine çıkıyor. 


Hindistan cevizlerinden biri bana ayrılmış. Kıramazsam, ve bir aksilik olursa benden bilmesinler diye yapmak istemiyorum. Neyse ki onlar da cüsseme bakıp pek ısrar etmiyorlar…


İlk hafta bir günü gezmeye ayırıyoruz. Dört-beş saat uzaklıkta bir doğal parka “kırmızı kaplan” görmeye gidiyoruz. Ben pek hevesliyim, tanıdıklarıma fil üzerinde kaplan seyrine çıkacağız diye mesajlar atıyorum. Oraya gittik ki, fil falan yok. Nedenini de anlayamıyoruz. Onun yerine açık cipe biniyoruz. Arkamızda silahlı bir adam, arabadan inmek yasak.


İşte şimdi biraz endişeleniyorum. Filin tepesinden aşağı bakmak başka, arabanın içinden bakmak başka. Kaplanı görmesek de olur havasına giriyorum, çok şükür kaplanla karşılaşmadan turu bitiriyoruz. Bize kaplanın tırnak izi, ayak izi gibi anlamsız şeyler gösteriyorlar.


Kaplan değil, ama değişik geyikler, maymunlar, tavus kuşları görüyoruz. Bir geyik yavrusu ile göz göze geliyorum. Anın tadını çıkartmayı, fotoğraf çekmeye tercih ediyorum.


Parkın içinde bizim kahvehanelere benzeyen bir yer var. Bize çay ısmarlıyorlar. Gelen şey sütlü çay. İngiltere’de içtiğime hiç benzemiyor. Orada üzerine bir parmak kadar koyarlar, burada bariz bir süt tadı var. Süt mü, süt tozu mu olduğunu anlayamadığım bir sıvının içine çay poşetini sallandırmışlar gibi. Pek yapmadığım bir şey, ama iki yudum alıp bırakıyorum. Ayıpsa ayıp, ne yapayım…


Çıkışta bir tapınağa girmek istiyoruz. Bir iki dakika ile kaçırıyoruz. Türkiye’den misafirimiz var diye yalvarıyor bizimkiler, ama öğlen tatilinden taviz verilmiyor. Dert etmiyorum, çünkü tapınağın girişinde bir sürü maymun görüyorum. Yurtta yaşadığım için fazla titizliklerim yoktur, ama bu hayvanların özgürce dolaştığı bir mekana ayakkabısız girmek pek sarmıyor beni. Onun yerine tapınağın yanında yer alan su deposunu geziyoruz. Güzel bir yapı.


Gezeriz diye heyecanlanmıştım ya, görüp göreceğim turistik gezi bu oluyor işte. Onun dışında bölük pörçük anılar var aklımda.


Richard Gere tutuklanmak üzere aranıyor mesela. Suçu, bir yardım gecesinde kendisiyle birlikte sunuculuk yapan Bollywood aktristi hanımı biraz uzunca bir süre yanağından öpmek! Sanki onca insanın önünde tecavüz etmiş gibi davranıyorlar adama. Soruyorum, başkalarının yanında birini öpmek yakışık almazmış. İlk haftanın sonunda aramızdan ayrılan Nepalli mühendisleri Türk usulü yanaklarından öpmediğim için kendimi kutluyorum. Kim bilir ne kadar şaşıracaklardı!


Buranın eski İngiltere sömürgesi olduğu zaman zaman şiddetle hissediliyor. Hemen bütün yazılar önce İngilizce, altında Hintçe yazıyor. Anlaşılan ikinci satırlara bakmadan tamamen kendi dilleriyle hayatlarını sürdürüyorlarmış buralarda. Onlardan kalma evler anında fark ediliyor. Bir de, burada herkes İngilizce biliyor. Aksanlarına alışmak biraz zaman alıyor, ama hiç bir yerde anlaşma zorluğu çekmiyoruz.


Bizde sokakta ne kadar kedi-köpek görülüyorsa, burada da o kadar inek var. Yalnız bu inekler farklı, çevre yolu, meydan falan dinlemeden yürüyorlar. Arabalar durup onları bekliyor. Hatta bir keresinde yolda arabalarla birlikte giden bir inek görüyoruz. Şöförümüz kornaya basınca inek kenara çekilip yürümeye devam ediyor!


Yolda korna çalmak çok olağan. Arabaların arkasında kocaman “KORNAYA BAS” yazmışlar.  Kenara çekilmesini istiyorsanız, kornaya basacaksınız.


Kadınlar çok değişik işlerde çalışabiliyorlar. Mesela gittiğimiz fabrika yoluna çakıl döşeniyor, bunu kadınlar yapıyor. Bana daha da ilginç gelen, yere çömelip çakılları elleriyle yerleştirirken bile üstlerinde sari olması. O uzun etekler hiç mi ayaklarına dolaşmıyor, omuzlarına attıkları şal hiç mi engellemiyor hareketlerini, anlamıyorum. Yalnız gelir gelmez kendime böyle bir kıyafet edinmediğime pişman oluyorum. Özellikle turistlere musallat olan dilenciler var. Bizdeki gibi değil, kolunuzdan tutup “bahşiş” diye para istiyorlar. Kolay kolay da peşinizi bırakmıyorlar.


Yanımızda kibar bir Alman mühendis var. İkinci hafta Nepalli mühendisler değişiyor, yeni gelenler giremediğimiz tapınağı görmek istiyorlar. Alman, bana şöyle bir soru soruyor:


“Biz yarın tapınağa gideceğiz. Arabada yer yok, ama yine de gelmek ister miydin.”


Kibarlık Almanların kanında var. Teşekkür ediyor, bütün gün otel odasında sıkıntıdan patlıyorum. Televizyon seyretmeye çalışıyorum. Hint filmleri hep melodram. İngilizce gösterilen filmler de öyle. Sanki Hintliler için özel olarak çekilmiş gibi. Richard Gere olayından sonra özellikle dikkat ediyorum, kızla oğlan birbirlerine asla dokunmuyorlar. Milim kalıyor aralarında, ama temas yok. El sıkışma konusunda o kadar isteksiz davranmalarının nedenini anlıyorum: Yakışık almaz.

HİNDİSTAN - 1

Bu gezi 2007 yılından. Not tutmadığım gezilerden, şu an itibarı ile aklımda ne kaldıysa o kadar yazıyorum.


Tam iki hafta sürecek olan bir Hindistan gezisine çıkıyorum, endişe ile karışık bir heyecan duyuyorum. Bu bir iş gezisi, dolayısıyla artıları ve eksileri var. Turistik bir gezi olmayacağı için şehir halkından soyutlanmış bir şekilde dolaşmayacağız. Sürekli oranın yerlileriyle birlikte olacağız. Buna karşılık, tamamen sanayi bölgesinde bir yere gidiyoruz, yabancılara ne kadar hitap ediyor, bilmiyoruz.


Yolculuğumuz yaklaşık iki gün sürüyor. İşte tam da bu nedenle, aslında ikişer günde bitecek iki ayrı iş için on beş gün orada kalacağız. Çünkü iki işin arasında on günlük bekleme süresi var, gidip gelmek çok daha yorucu ve pahalı. Ben de safça aman ne güzel, arada gezeriz diye seviniyorum. Kazın ayağı öyle değil, ve bunu bir iki gün içinde anlayacağım.


Yola iki mühendis çıkıyoruz. İzmir-İstanbul uçağında yan tarafta oturan Hintli ile laflıyoruz, onu Atatürk Havaalanında kısa yoldan dış hatlara geçiriyoruz. Karşılığında o da bize Hindistan’da yardımcı olmayı teklif ediyor. Çok şanslıyız.


Indra Gandhi Uluslararası Havaalanına gece yarısı varıyoruz. İlk sürprizi burada yaşıyoruz. Yurt içi uçaklar buradan kalkmıyor, ve iki havaalanı arası araba ile yaklaşık 30 dakika. Bir zamanlar burada da olduğu gibi, uçaktan iner inmez “taşıyalım abi” şeklinde yanımıza yaklaşıyorlar. Hintli arkadaşımız, kesinlikle para vermememiz konusunda bizi uyarıyor, Dedim ya, şanslıyız.


Yine arkadaşımız sayesinde taksiye gerek olmadığını, birkaç saat beklersek otobüsle gidebileceğimizi öğreniyoruz. Yalnız oturacak fazla yer yok, ayakta bekliyoruz. O da bizimle birlikte yurt içi uçuşların yapıldığı havaalanına geliyor. Sabaha kadar – altı saat, bu kez oturarak - bekledikten sonra uçağımıza biniyoruz. Anlaşılmaz bir İngilizceyle yapılan anonslar eşliğinde tuhaf bir şekilde uyuyorum sandalyede.


Hayatımda ilk kez kırk sekiz kişilik bir uçakla havadayım. Toplam on iki sıra koltuk var. Hostesimiz bize kahvaltı niyetine bir şeyler veriyor. Yemek konusunda bu kadar maceraperest olan ben, sabahları oldukça tutucuyumdur. Ekmek ya da türevi bir şey olacak, çay ya da kahve eşliğinde yenecek. Öyle pasta, şekerleme, yemek türü şeyler yiyemem. Yanımda getirdiğim krakeri meyve suyu benzeri bir şeyle birlikte yiyorum. 


İndiğimizde karşılanıyoruz. Bu arada yola çıkmadan önce ben fabrika müdürüne e-posta atıp, sıcaklık 25 derece görünüyor, bu normal midir diye sormuştum. Gelen cevap beni şaşırttığı gibi, müdürün on beş gün boyunca benimle uğraşmasına vesile oluyor. Meğer ben gece sıcaklığına bakmışım, gündüz olanı görmemişim bile. Nisan ayındayız, mevsim normali 45 derece! Havaalanından dışarı çıkınca fırına girmiş gibi oluyoruz.


Öyle bir yerdeyiz ki, kıyaslarsak bizim en az turistik olan şehrimiz bile yanında -İstanbul demeyeyim- mesela Bursa gibi kalır. Nagpur, her hangi bir Hindistan haritasının tam ortasına baktığınız zaman kolaylıkla görebileceğiniz büyüklükte bir sanayi şehri. Otelimiz şehrin en iyi oteli. Pek ahım şahım değil, ama temiz ve aydınlık. Biraz dinlendikten sonra dışarı çıkıyoruz, ve ben 70’li yıllarda Türkiye’nin iç kesimlerinde dolaşan turistleri anıyorum. Adamın biri bisiklete binerken sürekli bana bakıyor, geçtikten sonra bile bakmayı sürdürüyor. İçimden önüne bak, şimdi bir yere çarpacaksın diye işaret etmek geçiyor, kendimi tutuyorum.


Yollar inanılmaz kalabalık. Yanımızda iki de Nepalli mühendis var. Sakin bir şehir dediklerini duyuyorum ve kulaklarıma inanamıyorum. Bazı araçların nasıl olup da çalışabildiğine şaşıyorum. Çocukluğumda görmeye alıştığım triportörler taksi olarak kullanılıyor. Bir sürü motosiklet ve bisiklet var. Bunları kullanan insanların çoğu kafalarını örtmüş. Sanki banka soymaya gidecekler. Müthiş tozlu havadan etkilenmemek için yapıyorlar bunu.


Trafik felaket. Zaten ters yönden geliyorlar, bir de ışıklara her zaman uymadıkları için sürekli ezileceğim korkusuyla geçiyorum karşıya. Sanki fuarda çarpışan arabaların arasına dalmışım gibi bir hisse kapılıyorum. On beş gün boyunca kendi başıma karşıdan karşıya geçemediğim gibi, panik içinde yanımdakileri de geriyorum.


Fabrikaya gidiyoruz. İlkten diğer mühendisler gibi ben de elimi uzatıyorum tokalaşmak için. Bu konuda pek isteksizler. Teması sevmiyorlar. Sonradan ben de onlara uyup ellerimi çenemin altında kavuşturuyorum.


Gezerken şunu fark ediyorum. Ülkemizde işyerlerinde kesinlikle uyulması gereken kurallar burada işlemiyor. Hijyene pek uyulmuyor. Buna ek olarak, bizde sağlık nedenleri ile yaklaşılması kesinlikle yasak olan makineleri hemen yanından idare ediyorlar. Makine bakıma girdiği sırada onu kullanan kişiyi de değiştiriyorlar sanki. Nüfus planlamasına katkıda bulunuyorlar!