Bu gezi 2007 yılından. Not tutmadığım gezilerden, şu an itibarı ile aklımda ne kaldıysa o kadar yazıyorum.
Tam iki hafta sürecek olan bir Hindistan gezisine çıkıyorum, endişe ile karışık bir heyecan duyuyorum. Bu bir iş gezisi, dolayısıyla artıları ve eksileri var. Turistik bir gezi olmayacağı için şehir halkından soyutlanmış bir şekilde dolaşmayacağız. Sürekli oranın yerlileriyle birlikte olacağız. Buna karşılık, tamamen sanayi bölgesinde bir yere gidiyoruz, yabancılara ne kadar hitap ediyor, bilmiyoruz.
Yolculuğumuz yaklaşık iki gün sürüyor. İşte tam da bu nedenle, aslında ikişer günde bitecek iki ayrı iş için on beş gün orada kalacağız. Çünkü iki işin arasında on günlük bekleme süresi var, gidip gelmek çok daha yorucu ve pahalı. Ben de safça aman ne güzel, arada gezeriz diye seviniyorum. Kazın ayağı öyle değil, ve bunu bir iki gün içinde anlayacağım.
Yola iki mühendis çıkıyoruz. İzmir-İstanbul uçağında yan tarafta oturan Hintli ile laflıyoruz, onu Atatürk Havaalanında kısa yoldan dış hatlara geçiriyoruz. Karşılığında o da bize Hindistan’da yardımcı olmayı teklif ediyor. Çok şanslıyız.
Indra Gandhi Uluslararası Havaalanına gece yarısı varıyoruz. İlk sürprizi burada yaşıyoruz. Yurt içi uçaklar buradan kalkmıyor, ve iki havaalanı arası araba ile yaklaşık 30 dakika. Bir zamanlar burada da olduğu gibi, uçaktan iner inmez “taşıyalım abi” şeklinde yanımıza yaklaşıyorlar. Hintli arkadaşımız, kesinlikle para vermememiz konusunda bizi uyarıyor, Dedim ya, şanslıyız.
Yine arkadaşımız sayesinde taksiye gerek olmadığını, birkaç saat beklersek otobüsle gidebileceğimizi öğreniyoruz. Yalnız oturacak fazla yer yok, ayakta bekliyoruz. O da bizimle birlikte yurt içi uçuşların yapıldığı havaalanına geliyor. Sabaha kadar – altı saat, bu kez oturarak - bekledikten sonra uçağımıza biniyoruz. Anlaşılmaz bir İngilizceyle yapılan anonslar eşliğinde tuhaf bir şekilde uyuyorum sandalyede.
Hayatımda ilk kez kırk sekiz kişilik bir uçakla havadayım. Toplam on iki sıra koltuk var. Hostesimiz bize kahvaltı niyetine bir şeyler veriyor. Yemek konusunda bu kadar maceraperest olan ben, sabahları oldukça tutucuyumdur. Ekmek ya da türevi bir şey olacak, çay ya da kahve eşliğinde yenecek. Öyle pasta, şekerleme, yemek türü şeyler yiyemem. Yanımda getirdiğim krakeri meyve suyu benzeri bir şeyle birlikte yiyorum.
İndiğimizde karşılanıyoruz. Bu arada yola çıkmadan önce ben fabrika müdürüne e-posta atıp, sıcaklık 25 derece görünüyor, bu normal midir diye sormuştum. Gelen cevap beni şaşırttığı gibi, müdürün on beş gün boyunca benimle uğraşmasına vesile oluyor. Meğer ben gece sıcaklığına bakmışım, gündüz olanı görmemişim bile. Nisan ayındayız, mevsim normali 45 derece! Havaalanından dışarı çıkınca fırına girmiş gibi oluyoruz.
Öyle bir yerdeyiz ki, kıyaslarsak bizim en az turistik olan şehrimiz bile yanında -İstanbul demeyeyim- mesela Bursa gibi kalır. Nagpur, her hangi bir Hindistan haritasının tam ortasına baktığınız zaman kolaylıkla görebileceğiniz büyüklükte bir sanayi şehri. Otelimiz şehrin en iyi oteli. Pek ahım şahım değil, ama temiz ve aydınlık. Biraz dinlendikten sonra dışarı çıkıyoruz, ve ben 70’li yıllarda Türkiye’nin iç kesimlerinde dolaşan turistleri anıyorum. Adamın biri bisiklete binerken sürekli bana bakıyor, geçtikten sonra bile bakmayı sürdürüyor. İçimden önüne bak, şimdi bir yere çarpacaksın diye işaret etmek geçiyor, kendimi tutuyorum.
Yollar inanılmaz kalabalık. Yanımızda iki de Nepalli mühendis var. Sakin bir şehir dediklerini duyuyorum ve kulaklarıma inanamıyorum. Bazı araçların nasıl olup da çalışabildiğine şaşıyorum. Çocukluğumda görmeye alıştığım triportörler taksi olarak kullanılıyor. Bir sürü motosiklet ve bisiklet var. Bunları kullanan insanların çoğu kafalarını örtmüş. Sanki banka soymaya gidecekler. Müthiş tozlu havadan etkilenmemek için yapıyorlar bunu.
Trafik felaket. Zaten ters yönden geliyorlar, bir de ışıklara her zaman uymadıkları için sürekli ezileceğim korkusuyla geçiyorum karşıya. Sanki fuarda çarpışan arabaların arasına dalmışım gibi bir hisse kapılıyorum. On beş gün boyunca kendi başıma karşıdan karşıya geçemediğim gibi, panik içinde yanımdakileri de geriyorum.
Fabrikaya gidiyoruz. İlkten diğer mühendisler gibi ben de elimi uzatıyorum tokalaşmak için. Bu konuda pek isteksizler. Teması sevmiyorlar. Sonradan ben de onlara uyup ellerimi çenemin altında kavuşturuyorum.
Gezerken şunu fark ediyorum. Ülkemizde işyerlerinde kesinlikle uyulması gereken kurallar burada işlemiyor. Hijyene pek uyulmuyor. Buna ek olarak, bizde sağlık nedenleri ile yaklaşılması kesinlikle yasak olan makineleri hemen yanından idare ediyorlar. Makine bakıma girdiği sırada onu kullanan kişiyi de değiştiriyorlar sanki. Nüfus planlamasına katkıda bulunuyorlar!
Sen bana bu gindistan gezinden bir kere söz etmiştin anımsar mısın. Büyük ilgiyle dinlemişti sene 2008'di sanırım. Kış aylarıydı. Ben o zaman hindistan ile ilgili ne bulsam okuyordum. Bir bölümü Hindistan'da geçen bir öykünün içinde kaybolmuştum sonra öykü büyüdü büyüdü ilave edilen karakterlerle bir acaip romana dönüştü ama son noktasını koyamadım bir türlü. Hala canlı..
YanıtlaSilAklımda fabrikada siz yeöek için bir masa etrafında toplandığınızda işçilerin bir kısmının ortalık yerde defi hacete kalkıştığını söylediğin kalmış nedense. O aralar Hindistan'a sık giden bi röüşterim vardı, o aşırı bir titiz adamdı. mecbur olduğu için gidiyor ama geçirdiği her dakikayı da yıl gibi yaşıyordu kendi anlatışına göre :)
Doğrudur, temizlik anlayışları farklı. :) Aşırı titiz birinin orada nasıl kaldığını merak ettim şimdi.
YanıtlaSilOtelimiz temizdi. Sık sık ilaçlama yaptıkları için tuhaf bir koku oluyordu, ama otelin hiç bir yerinde böcek görmedik.
Su gibi yazmışsın Şulecim:)Ne güzel.Alışmadığımız yanları da olsa sayende gittim.Hint filmlerini de çoook severim:)Slumdog Milyoner geldi şimdi aklıma:)eline sağlık.
YanıtlaSilTeşekkür ederim Kamikaze. Devamı da geliyor.
YanıtlaSilRica ederim.Bekliyoruz Şulecim.
YanıtlaSil