20 Mayıs 2010 Perşembe

VAN'DA SON GÜN




Son günümüze sabah erkenden Van kalesine tırmanarak başlıyoruz. Benim başımın ağrısı yine dolaşırken geçiyor. Sonradan bu baş ağrılarının geziye çıkmadan kaptığım virüsün başının altından çıktığını öğreneceğim. Neyse ki gezimi ziyan etmiyor. Kalenin üzerinden tüm Van şehrini (eski ve yeni) olduğu gibi görebiliyoruz. Kaleyi gezdikten sonra bizimle birlkte gelmeyen arkadaşları da alarak kahvaltı etmeye gidiyoruz.
Van kahvaltısı meşhur. Biz de oradaki en turistik yere gidiyoruz. Ufak bir sorun, biz “en turistik” yerleri pek sevmiyoruz. Ama ne yapacak bir şey yok. Girer girmez bizi salonun sahibi karşılıyor. Güleryüzlü ve ilgili. Bizi yerlerimize oturtuyor, ve sorulara başlıyor. Benim küçükken annemin yurttaki öğrencilerine sorduğum “dört fil bir arabaya nasıl sığar” - “ikisi öne ikisi arkaya” tipi sorular bunlar. Yirmili yaşlarımdayken arkadaşlarmın yanında kahkahalar atarak bana bu soruları tekrarladıklarında pek gülmemiştim doğrusu.

Bunlar da “Türkiye’nin en dertli ilçesi neresi” – “Of ilçesi” türevleri. Bilen hediye kazanıyor. Yalnız herkese bir hediye vermek istediği için bazen bilenin yanındakine de hediyeyi fırlattığı oluyor. Bu bütün kahvaltı boyunca devam ediyor, olur da bize fırlatırsa diye yerken tetikteyiz. Şamatadan ne yediğimizi bilemiyoruz.

Kahvaltıda bize ilginç gelen birkaç şey vardı. Murtuga, un kavurması üzerine çırpılmış yumurta gezdirilerek yapılıyor. Kavut da kavrulmuş buğday unu ve sade yağ karışımı bir yiyecek. Bunların ikisi de balla birlikte yeniyor. Biz kavutu biraz daha sevdik. Cacık için lor peyniri ve yoğurt karıştırılıp, içine sarmısak ve değişik otlar konuyor. Tereyağı ile birlikte servis ediliyor. Kaymak yine kurutulmuş, üzerine tereyağ ve ceviz koymuşlar. Bunların dışında bal, gül reçeli, sucuklu yumurta, otlu peynir, zeytin, tahin-pekmez gibi daha tanıdık yemekler de yiyoruz.

Kavaltıdan sonra Van müzesini geziyoruz. Buradan en çok aklımda kalan, şu kadar bin yıllık diye bahçede duran bir mezar taşının sonradan sahte olduğunu öğrenmemiz. Bir süre öncesine kadar üst katında Zeve köyünde Ermenilerin gerçekleştirdiği katliamın fotoğrafları varmış. Ayrıca konu ile ilgili kitaplar da sergilenmekteymiş. İnfial yaratıyor diye kaldırmışlar. Bence iyi etmişler. Ne yani, biz de onları mı öldürelim.

Van müzesi de Arkeolojik ve Etnografik eserler diye iki kısma ayrılmış. Arkeolojik döneme ait mezar taşları, silahlar ve kaplar var. Bahçede Akkoyunlular ve Karakoyunlular zamanından koç ve koyun şeklindeki mezar taşlarının yanında bizim “çakma” mezar taşı da sergileniyor. İçeride de kaya resimleri, yazıtlar, duvar mozaikleri görülebiliyor. Etnografik eserlerde takılar, mutfak kapları ve el yazması kuranlar duruyor.
Sonra Yedikilise’ye (Varagavank) gidiyoruz. Burada kalan tek bir kilise var, o da her an yıkılacak gibi duruyor. Her nedense hiç de eski görünmeyen bir ev, kilisenin duvarına dayanmış. Bu hem kilise için, hem de o evde yaşayanlar için tehlikeli. O eve izin veren zihniyet, yarın öbür gün ev kilise ile birlikte yıkılırsa “kader” diyecek.
Kiisenin kapısının üzerindeki yazı ve kabartmalar aynen duruyor. Ermeniler taş işçiliğini iyi biliyor. Kilisenin içinde de çok güzel resim ve motifler var.
Çıkışta küçücük kızlar etrafımızı sarıyor. Her birinin elinde birer yemeni, satmaya çalışıyorlar. Bir tane alayım diyorum, ama bozuk param çıkmayınca ikinciyi almak zorunda kalıyorum. Bir anda hepsi etrafımı sarıyor. Yaşları biraz daha büyük olsaydı paniğe kapılabilirdim. Neyse ki hepsi 8-10 yaşlarında.

Van’daki son yemeğimizi Hisar Ev emekleri’nde yiyoruz. Rehber burasını özellikle sona bırakıyormuş, çünkü sonra kimse diğer lokantaları beğenmiyormuş. Kendimi gurme turuna çıkmış gibi hissettim. Her bakımdan. Bütün yemeklerden azar azar tattırdılar. Sıra ile ayran aşı, içli köfte, su böreğii, kefal sarma, yaprak sarma, keledoş, guveç-pilav ve sütlaç.

Favorilerim keledoş ve kefal sarma. Keledoşu Kadıköy Çiyada yemistim. - Çiya Kürtçe dağ demekmiş, burada öğrendim.- O suluydu, bu çok başka. Tadını çıkarayım derken acılı yaprak sarmayı soğuttum. Kefali de temizleyip içine otlardan dolduruyorlar, şişe sarıp kızartıyorlar. Bu şekilde tadı çok güzeldi. Kafayı çalıştırınca oluyor yani.

Yemekten sonra Meherkapı’ya gidiyoruz. Urartular zamanından, kayayı niş şelinde oyup içine iki çerçeve yapmışlar. Hiç açılmayacak bir kapı gibi duruyor. Urartulara göre bu tip kapıların içinden tanrılar çıkarmış. İşin komik tarafı, halk hala bir şekilde böyle bir şeye inandığı için bu kapılar tahrip edilmeden günümüze kadar gelmiş.

Buna benzer bir inanışı da Van Kalesi’nde görmüştük. Evlenmemiş kızlar, kendilerini taştan oyulmuş kaydırak benzeri bir yerden aşağıya yuvarlıyorlar. Bu şekilde evleneceklerine inanıyorlar. Oysa o “kaydırak”, kesilen kurbanların kanı aksın diye yapılan su yolundan başka bir şey değil.

Son olarak meşhur otlu peynirden almak için Peynirciler Çarşısına gidiyoruz. Pek alışık olmadığımız şekilde satışa çıkarılan peynirleri almakta zorlanıyoruz. Biraz tuzlu olmakla birlikte değişik bir peynir. Ancak gerçek otlu peynir yemek için buranın yerlilerinin misafiri olmak gerekiyormuş. Yağı tuzu tam yerinde oluyormuş o zaman.

Havaalanına doğru giderken ben bir sonraki geziyi düşünmeye başlamıştım bile. Hep böyle yaparım zaten. Her zaman gerçekleşmesi gerekmiyor, hayal kurması bile güzel. Karadeniz mi daha iyi olur, yoksa Mardin mi, Murathan Mungan’ın bahsettiği dolmalar nasıldır acaba derken İzmir’e gelmişiz. İzmir’I de özlemişim bu arada. Gezilerin dönüşü de güzel geliyor bana. Hemen yazıma nasıl başlayacağımı düşünüyorum.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

VAN

Van'daki yolculuğumuza başlıyoruz. Sabah erkenden yola çıkıp Hoşap (Güzelsu) ve Çavuştepe Kalelerini geziyoruz. Hoşap Kalesi restorasyonda, içine giremiyoruz. Türk usulu bir ısrarla “azıcık ucundan baksak” diye tutturuyoruz. Ama durum ciddi, bir kaza olursa suçlu duruma düşecek olan görevliler. Onun için yapacak bir şey yok. Bu kalenin yapımında çalışan taş ustasının iş bittikten sonra benzerlerini yapmasın diye ellerinin kesildiğini öğreniyoruz. Zaman içinde vahşetin şekli değişmiş sadece. Yoksa hep var.

Çavuştepe’ye girilebiliyor. Kale iki bölümden oluşmakta, ve tanrılara ithafen iki tapınak yapılmış. Dinsel açıdan önemli bir kale. Kar ve yağmur sularını biriktirmek için sarnıç yapılmış. Eski Yunan medeniyetlerini gezerken pek göremediğimiz bir şey daha var: tuvalet! Tabi ki pis sular için taşları oyup bir kanalizasyon sistemi de kurmuşlar.

Şarap yapmak için özel yerler hazırlanmış, buğday saklamak için büyük küpler var. Ancak şimdi bunlar çalınmasın diye üstleri toprakla örtülmüş, biz yalnızca bulundukları yeri görebiliyoruz. Tapınaktaki yazıtı bize oradaki görevli okuyor.Yıllar içinde ne yazdığını öğrenmiş.


Dönüş yolunda inanılmaz manzaralarla karşılaşıyoruz. Bir dahaki geziye hamallık etmeyi göze alıp büyük makineyi getirmeye karar veriyorum. Belki Kars’ı gözümde büyüttüğüm içindir, Van’da öyle bir hayal kırıklığı yaşamıyorum. Hatta şaşırıyorum. Güzel bir şehir burası.

Öğle yemeğini Van gölü kıyısında bir lokantada yiyoruz. Önden salata, peynir ve kurutulmuş kaymak getiriyorlar. Kaymak böylece daha uzun süre saklanabiliyormuş. İnci kefali, buranın medarı iftaharı. Tandırı güzel oluyormuş, ama mangalda pek bir şeye benzemiyor. Tadı saman gibi. Ancak başka usullerle pişirilirse güzel olabilir. Benim aklıma güveç geliyor, şöyle yerel otlar katılarak hazırlanmış bir güveç. Nitekim son gün bu balığı daha zevle yenilebilir bir haliyle görme fırsatımız oluyor. Aklın yolu birdir..

Yemekten sonra Akdamar adası. Burada eskiden bir de manastır varmış. İsanın öldürüldüğü orijinal haçın (kutsal haç diye tanımlanıyor) bir kısmı bu adadaymış. Dolayısıyla dinsel açıdan çok önemliymiş, Ermeni kiliseleri buradan yönetilirmiş. Şimdi o kutsal haç nerede, bilen yok.

Adanın adı ile ilgili anlatılan hikaye çok tanıdık. Papazlardan birinin Tamara adında çok güzel bir kızı, ve ona aşık bir çoban var. Çoban her akşam Tamara’nın yaktığı meşaleye doğru yüzer, bu şekilde görüşürlermiş. Bunu öğrenen babası Tamara’yı hapsedip adamlarına adanın sarp bir yerinde meşale yakmalarını söylemiş. Karaya çıkamayan çoban “Ah! Tamara” diye çırpınarak boğulmuş.
Kilisenin dört cephesi incilleri kabul edilen dört azize adanmış. Dört duvarda kutsal kitaplarda adı geçen hikayeleri betimleyen rölyefler var. Bu açıdan Ermeni mimarisi adına önemli bir kilise. 1951 yılında hükümetin emriyle yıkılacakken, Yaşar Kemal’in tesadüfen haberinin olmasıyla kurtulmuş. Yıkalım, yenisini yapalım mantığı daha o zamandan var.

Ada dönüşü bir halı yapım ve satış yerine uğruyoruz. Van kilimleri çok güzel. Ama fiyatlar öyle ki, insan kendini Sultanahmet antikacılarından birinde gibi hissediyor.

Gün batımında Van kalesi yakınında, eski Van (Tuşba) şehrindeyiz. Burası 1915 yılında yakılıp yıkıldıktan sonra öylece bırakılmış. Yeni şehir 5 km uzağa kurulmuş. Herşey harabe halinde, tek bir cami hariç. O, kullanıma açık duruyor.

Ertesi sabah erkenden yola çıkıyoruz. Bu kez Nemrut krater gölüne çıkacağız. Yolu kötü, ancak küçük minibüslerle çıkılıyor. Birkaç metre yüksekliğe ulaşan kar yolu öyle bozmuş ki, arada minibüsten inip yürümek zorunda kalıyoruz. Saatlerce yol gittikten sonra bir çay bile içemeden geri dönüyoruz. Buradakiler turistlere fazla alışık değil, gelenler de kendi başının çaresine bakıyor. Öyle.

Yol üzerinde Tatvan ilçesini görüyoruz. Çok güzel görünüyor. Göl manzaralı evler, buradaki insanların yaşama zevki olduğunu gösteriyor.

Sonraki durağımız Ahlat. Meşhur Selçuklu Mezarlığı ve kümbetleri göreceğiz. Burada ilk olarak Ahlat kümbetlerinin en büyüğü olan, 13 yy.dan kalma Usta Şakird kümbetini ziyaret ediyoruz. Sonra mezarlığa geçiyoruz. Mezarlar 12-16 yy arası yapılmış. Bazıları 2 m. nin üzerinde. Arkalarında da kümbetler. Emir Bayındır kümbeti, Ahlat ile ilgili fotoğraflarda hep karşımıza çıkar. Sonra yine kümbetler gibi tamamen taştan yapılmış bir camiyi geziyoruz.

Buranın bastonları da meşhurmuş. Ama biz Van gölünün çevresini tamamen turlayacağız. Bastonlara da Adilcevaz’da bakıyoruz. Değişik boy ve fiyatlarda bastonlar var. Ebru desenli bastonlar bile yapmışlar.

Turlamayı sürdürürken Erciş balık bendine geliyoruz. Burada balıkların bir kısmı ölü gibi yatıyor. Meğer Van gölü suyundan nehir suyuna alışmak için bekliyorlarmış. Sıçramaları inanılmaz. Seyredeyim mi, fotoğraf mı çekeyim şaşırıyorum. Seyretmeyi seçtiğim için havalı sıçrayışları kaçırıyorum.

Van şehrine yaklaşırken bir iddiaya göre Çaldıran Savaşının yapıldığı yerden geçiyoruz. İnanılmaz büyük bir alan. Dümdüz. Meydan savaşı böyle bir yerde yapılrdı herhalde. Hep merak etmişimdir, Yavuz Selim yerine Şah İsmail kazansaydı ne olurdu acaba. Bunu hiç bir zaman bilemeyeceğiz. Yazışmalarında Yavuz Selim’in Farsça, Şah İsmail’in ise Türkçe kullandığını öğrenince çok şaşırdığımı hatırlıyorum.

Güneşi bu kez Van gölünde batırıyoruz. İzmirli olarak Kordondaki günbatımının daha güzel olduğu konusunu ortaya atıyoruz. Van’da yaşayan rehberimiz sesini çıkarmıyor. Ertesi gün, Van'daki son günümüz.

18 Mayıs 2010 Salı

DOĞU BEYAZIT

Sabah Doğu Beyazıta doğru hareket ediyoruz. Yollarda dikkatimi çeken birkaç şey var. Evlerin çoğunda kiremit yok. Bizim burada sanayi yapılarında kullandığımız trapez alüminyum, Karslıların çatı için vazgeçilmez malzemesi olmuş. Klasik ahşap oturtma çatı, üzerinde alüminyum paneller. Bir kere ısı yalıtımı iyi değildir, ikincisi doğru dürüst yapılmazsa içeri daha kötü su alır. Ama ucuz, ve sanki işçiliği daha kolay zannediliyor. Bir de kiremit aktarma derdinden kurtarıyor sizi. Buna karşılık turdakilerden birinin değimiyle “teneke çatı”larla kaplı bir köyünüz oluyor! Sonradan dikkat ettim, bu taraflar alüminyumu çok sevmiş. Dağ taş bu tip evlerle dolu.

İkincisi, yerleşim yerleri hariç etrafta tek bir ağaç yok. Her yer yemyeşil otlarla kaplı, çalı bile yok. Tamam, tarım arazisi olabilir, mera olabilir, ama bu insanlar gölge istemezler mi. Hiç anlamadım. Ama evlerin kıyısında ağaçlar var. Demek ki yetişiyor, buradakiler istemiyor.

Yolda bir yerde durup Ağrı dağını çekmek istiyoruz. Gerçekten muhteşem görünüyor. İlk çağlarda yaşayanların neden tapındıkları anlaşılıyor. Bu arada kenardaki evden 60 yaşlarında bir adam çıkıp bizimle sohbet etmeye başlıyor. İki oğlunu ve iki karısını kısa aralarla kaybetmiş. Üzülüyoruz. Derken, adamın o iki karısının aynı anda var olduğunu fark ediyoruz. Birimiz “Sana bir üçüncü bulalım” diye takılıyor. Aldım zaten diye cevap veriyor adam. Ardından 90 yasında olduğunu söyleyince, gözlerimiz fal taşı gibi açılıyor. İnanamıyoruz. Bunun üzerine babasının 132, dedesinin de ona yakın yaşadığını söylüyor. Maşallah, helal olsun diyerek minibüse dönüyoruz.
Yolda meteor çukurunu görüyoruz. Burası etrafı parmaklıklarla çevrili bir çukurluk. Alt tarafta meteor var, ama biz göremiyoruz. Üstünde toprak var. Öylece duruyor.

Öğlen yemeğini Doğu Beyazıt’ta yiyoruz. Günlerden Pazar, ama pek çok dükkan açık. “Erkek Kuaförü” tabelaları dikkatimi çekiyor. Hepsi açık! Buranın erkekleri saçlarına çok düşkün herhalde. Başka denecek bir şey yok.

Rehber bizi orada bir lokantaya götürüyor, meşhur “abdigor köftesi”ni yiyoruz. Rivayete göre İshak Pasa’nın babası Abdi Paşa yaşlanınca et yiyemez olmuş. Yiyebilsin diye bonfileyi döverek kıyma haline getirip, içine soğan ve çeşitli baharatlar katmışlar. Bu et tenis topu büyüklüğünde köfteler haline getirilip suda haşlanıyor. Suyuna pilav yapılıyor, ve pilav üzerine bir tane köfte konarak servis ediliyor. Köfte tabağa konmadan önce tereyağında şöyle bir gezdiriliyor.

İshak Paşa Sarayı muhteşem. Abdi Paşa’nın tamamlamaya ömrü yetmediği için İshak Paşa bitirmiş. Yöre halkı tarafından çok sevilirmiş, inşaatında gönüllü olarak çalışmışlar. Taş işçiliği mükemmel. Saray öyle bir yere yapılmış ki, Ağrı Dağı görünmüyor. Bu şekilde binadakiler o muhteşem dağın ağırlığını üzerlerinde hissetmeden yaşayabilecekler. Bahçedeki çeşmesinden su ve süt akarmış. İçinde kendi camisi, kütüphanesi, mahkemesi ve zindanı var. Abdi Paşa sarayı tamamlayamadan ölünce oğlu caminin yanına bir türbe yaptırmış. İshak Paşa’nın annesi ve babası orada. Su, kanalizasyon, ve ısıtma sistemleri mevcut. Ne yazık ki bu sarayın keyfini sürmek İshak Paşaya da nasip olmamış. O zamanlar böyle görkemli bir ev yaptırmak, padişaha meydan okumak demekmiş. Bu yüzden Horasan’a sürülmüş. Saray da bir süre sonra viran haline gelmiş. Som çelik üzerine altın kaplama kapısını Ruslar almışlar. Moskova Müzesinde sergiliyorlar. Aslında hüzünlü bir hikaye.
Daha sonra Muradiye şelalesine uğruyoruz. Bend-i Mahi’nin üzerindeki köprü, ahşap tomrukların birbirine bağlanmasıyla yapılmış. İnşaat mühendisiyim, beni bile ürkütecek kadar sallanıyor. Asıl amacımız zıplayan kefalleri görmek. Bunu daha sonra Erciş balık bendinde görebileceğiz. Balıklar yumurtlamak için Van gölünden ayrılıp derenin ters istikametinde gidiyorlar. Sıçrarken bazen yarım metre yukarı çıkabiliyorlar.
Otele vardığımızda yemekler hazır. Önden ayran aşı geliyor. Bu, soğuk içilen bir çorba. Bizim için kengel (yabani enginar), keçi kulağı ve mende otu toplayıp koymuşlar. Bunun dışında klasik durum. Açık büfe, sıradan yemekler. Sıcak yemeklere bakmıyorum bile. Otlu peyniri ilk defa tadıyoruz. Çok tuzlu. Diğer yemekler orta karar. Vana böyle merhaba diyoruz.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

KARS




“Merdiven kenarında oturmak istiyorum.”
Görevli bana tuhaf tuhaf bakıyor, anlamıyorum.
“Pencere kenarı demek istediniz herhalde.”
Jeton düşüyor. Eh, sabahın kör vakti, “on-line chech in” sistemine alışınca pratiğimi de kaybetmişim, yarı uyur halde konuşunca böyle oluyor.

Son kez bu saatte havaalanında böyle bir talepte bulunmuştum. Bu kez sıkıcı bir toplantıya değil de, Kars’a gidiyor olmamız bana biraz enerji veriyor. 06:40 uçağıyla doğrudan Kars’a gidiyoruz.

Heyecanlıyım. Gerçek anlamda Ankara’nın doğusuna ilk defa geçen sene geçmiştim. Bu ikinci, ve hedef Kars. Bir İzmirli olarak oralarda ne görebileceğimi bilemiyorum. Ani harabeleri, peynirler, bal ve kaz.
Kars ismi bir söylentiye göre “karsak tilkisi”nden, bir başkasına göre de Gürcü dilinde “Kapı Kenti” anlamına gelen “Karis Kalaki” den gelmekte. Birincisi doğruysa, Türkçe isim taşıyan en eski ilimiz. Her ilin adının nereden geldiği konusunda değişik rivayetler vardır. Bunlar benim duyduklarım.
Uçakta pek iyi değildim. Kahvaltı niyetine pastahaneden gevrek alındı. Başım ağrıyor, azıcık alayım da ilacımı içeyim diyorum. Ama sıcacık ve çok güzel, biraz kendime geliyorum. Minibüs hiç beklemeden bizi Ani harabelerine götürüyor.

Ani surlarında gamalı haç var. Bu sembolün bu kadar eski olduğunu bilmiyordum. Kiliseler viran, ilk hallerini hayal gücümüzle düşünmeye çalısıyoruz. Temiz hava ve güzel yerler derken başımın ağrısı geçiyor, keyfim yerine geliyor. İnsanoğlu nankör, bu kez orası soğuk olur diye yanıma aldığım pamuklu hırka ve anorağı taşımaktan sıkılıyorum. Sanki İzmirdeyiz, hava o kadar sıcak.

Burası tarihi İpek Yolu nedeni ile bir zamanlar çok önemli bir bölge imiş. Türkler, Gürcüler ve Ermeniler yıllarca beraber yaşamış burada. Zerdüşt tapınağı, kilise ve cami yan yana duruyor. Önemli yapılar 8-13 yüzyılları arasında yapılmıs. Malazgirt savasından 7 yıl önce ele geçirilmiş. Alpaslan’ın Anadolu topraklarında namaz kıldığı ilk cami Fethiye Camii, Büyük Katedral iken isim değiştirmiş. İnşa edilen ilk Türk camii de Manuçehr Camii. Bir de tabi Ani denince akla gelen ilk resimde yer alan Halaskar Kilisesi. Burası bir zamanlar “Binbir kiliseli Şehir” diye anılırmış.

Rehber sürekli bizi uyarıyor. Karsı taraf Ermenistan. O kadar yakınız ki, taş ocağında çalışan insanları tek tek görebiliyoruz. Karşının fotoğrafını çekmek yasak. Önden uyarıyorlarmış, sonra da vuruyorlarmış. Bunu duyunca inadına o tarafa doğru çekiyoruz, ve uyarıyı alıyoruz! Ama Arpa Çay o kadar yakın ki, kimi yerlerde karşıdaki çiçekleri bile fark edebiiyoruz.
Harabelerden sonra yemeğe gidiyoruz. Bu kez grupta yalnız değilim. Benim gibi yöresel yemek diye tutturan başkaları da olduğu için bize özel kaz kesiyorlar. Kaz denince açıkçası aklıma iki şey geliyor. Birincisi yıllar önce Rejans’ta sırf garsonun ısrarıyla yediğimiz ördek. Birkaç kişi gaza gelip ısmarlamış, sonradan da masanın ördekleri ilan edilmiştik. Sert lastik çiğniyormuşuz gibi bir his hatırlıyorum.
İkincisi de, babamın sıklıkla söylediği bir taşlama. Kaygusuz Abdal’ın. Buraya bir dörtlüğünü aldım:
Sekizimiz odun çeker
Dokuzumuz ateş yakar
Kaz kaldırmış başın bakar
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

Ördek olmak hoş değil, ama kaz olmayı hiç istemem doğrusu. Mevsimi de geçmiş, inşallah pişman olmayız diye kaygılanırken, bu kadar övüldüğüne göre mutlaka güzeldir diye düşünüp kendimi rahatlatıyorum. Gittiğimiz yer, KAMER diye kadınların kurduğu bir organizasyon. Sırf kadınlar çalışıyor. Önden aşotlu yoğurt çorbası getiriyorlar. Bildiğimiz yoğurt çorbasına benziyor, ama içinde buğday ve aşotu (kişniş) var. Kişniş çorbaya ayrı bir lezzet vermiş.
Ezme, sarma derken kaz geliyor ortaya. Kaz etli bulgur pilavı desek daha doğru olur herhalde. Kayık tabağa pilavı koymuşlar, üzerine de kaz etini ditmişler. Ben daha farklı bir yemek bekliyordum. Bulgur pilavı bana göre fazla pişmiş, çekinerek ete bakıyorum. Et güzel, ama iyi ki tuz koymamışım diyorum. Kazlara kar yedirdiklerini biliyordum, bir de tuza yatırırlarmış. İyi güzel de, bu kaz yeni kesilmişti, ne zaman tuza yattı anlamadım. Belki akşamdan koydular, sesimi çıkarmadan yiyorum. Yöresel yemek diye tutturduktan sonra beğenmedim dersem başıma geleceklerden korkuyorum. Üzerine ılık ılık Kars helvası yiyoruz. Bu da un helvasına benziyor.
Yemekten sonra Kar’s Otele gidip birer kahve içiyoruz. Kars’ta bir butik otel olması fikri bile hoş. Bahçesinde otururken gölgede kalmaya dikkat ediyoruz. Halbuki yanımıza kalın penyeler, ince atkılar falan almışız. Biz burayı böyle düşünmemiştik!
Sırada Kars müzesi var. Giriş serbest, görevliler güleryüzlü ve ilgili. Müze küçük ama güzel. Etnografya ve arkeoloji salonları var. Etnografya kısmında Osmanlı döneminden mutfak kapları, silahlar, el yazması kuran ve giysiler var. Bir de beni çok ilgilendiren takılar, gümüş kemerler. Arkeoloji kısmında yontma taş döneminden baslayarak tunç çağı, Urartu, Roma, Bizans ve Selçuklu dönemlerine ait silahlar, sikkeler, kaplar ve tabi takıların yanında dinazor kemikleri de var.
Müzenin bahçesinde Kazım Karabekir’in kullandığı bir vagon duruyor. Vagon, paşaya ait eşyalarla birlikte müzeye bağışlanmış. Fotoğraf ve bir kısım belgelere bakıyouz.
Müzeden çıkışta şehri gezelim diyoruz. Benim aklımda bir Kars var ki, değmeyin gitsin. Geniş caddeler üzerinde taş evler. İşi o derece abartmışım ki, herkese Karsa gidiyoruz diyorum. Halbuki asıl durak Van, orada üç gün kalacağız. Tabi o kadar yüksekten uçunca düşüş de biraz acıtıyor. Sokağa çıkınca bir de ne göreyim, gecekondudan hallice eciş bücüş evler. Tuhaf apartmanlar. Rehber bendeki hayal kırıklığını fark edince bir sokağa götürüyor bizi. Orada birkaç tane taş ev duruyor. Neden hiç bir şeyin kıymetini bilmiyoruz…
Alışveriş için peynircilere giriyoruz. Yanımda peynirden anlayan biri var diye rahatım. O da ne! Peynir bana tattırılıyor. Durmadan yemekten bahsetmenin cezası bu olsa gerek. Arkadaşım kararı bana bırakıyor. Bu arada gravyer peynirinin temmuz ayında yapıldığını, dolayısıyla doğru dürüst gravyer bulamayacağımızı öğreniyoruz. Balı da ben tadıyorum. Bu işten gerçekten anlayan insanlarla tanışınca “abdurrahman çelebi” olmak o kadar zevkli değil. Hatta insan bir şey bilmediğini anlayıp rezil olmaktan korkuyor. Ama ne gam. Sonuçta biz yiyeceğiz, kimseye ikram etmeyeceğiz. Alıyoruz bir teker kaşar peyniri, balları da seçiyoruz, iş bitiyor.
Akşam yemeği için otele dönüyoruz. Küçük bir Çorum krizi daha yaşıyoruz. Önümde tavuğu görünce notlarımı açıp şu yemeklerden bir tanesi bile yok mu diye soruyorum. Rehber bana internette her gördüğüme inanmamamı söylüyor, ben de ona Mehmet Yaşin’i okuyorum. Lokantanın ismi bile var, ama gidemiyoruz. Çünkü yemeğe burası ayarlanmıs, çünkü herkes yöresel yemek istemiyor, çünkü bu bir yemek turu değil. Ne yapayım, bu ülkede yemek turu yok, ben de bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyorum.
Kars’ta içimde kalan tek bir şey oldu. Akşam vakti kaleye çıkıp ışıklandırılan şehri göremedik. Sabahın köründe kalkıp bütün gün de yürüdüğümüz için kolumuzu kıpırdatacak halimiz yok. Yemekten sonra doğruca odalara çıkıp küp gibi uyuyoruz. Sabah erken kalkacağız.