29 Ağustos 2011 Pazartesi

GÖKÇEADA - 2

Sabah ilk olarak Kaleköy’ü geziyoruz. Adada eski çağlardan beri var olan kale bu köyde. Eski liman da bu köyde. Ama biz biraz daha doğuda kalan Kuzulimanından geldik. Kalenin bulunduğu yer o kadar rüzgarlı ki, her an uçuverecekmişim hissine kapılıyorum. Turdaki bazı arkadaşlar manzarayı daha iyi görmek için iyice kenara gidiyorlar. Ben korkuyorum. Rüzgardan bir sendelesem, aşağıdayım. Karşıda Semadirek adası üzerindeki bulutlarıyla daha çok heybetli bir dağı andırıyor.
Oradan yıkık bir kiliseye geçiyoruz. Aslında çok eskiden yapılmış, ama 1930 yıllarında adalı biri tarafından onarılmış. Şimdi cemaati olmadığı için çatısı çökmüş durumda. Birkaç sene sonra hiç bir şey göremeyebiliriz.

Köyün kahvesinde oturup karadut suyu içiyoruz. Taze ve güzel. Elleri yavaş olmasa bir tane daha içeceğim, ama birincisini o kadar çok bekledikten sonra ikincisini istemeye halim kalmıyor.

Bademli köyüne geçiyoruz. Kaleköy'ün ismi güzel seçilmiş, ama bu köyde badem yok. Bu isimlerin bazıları ne şekilde verilmiş, belli değil. Kahvede oturup sakızlı muhallebi yiyoruz. Muhallebinin pek bir özelliği yok. Sonra köydeki güneş saatini görüyor, çamaşırhaneyi geziyoruz. Adada birkaç tane çamaşırhane göreceğiz. Suyun ısıtıldığı, çamaşırların yıkandığı yerler var. Ada halkı eskiden hep buraları kullanırmış.

Öğlen yemeği için kasabaya iniyoruz. Yerli halkın bolca bulunduğu Merkez Lokantasını seçiyoruz. Fasulye güveç, musakka, cacık ve ayran söylüyoruz. Yemekler muhteşem değil, ama güzel.

Öğleden sonra denize girme hayali ile Aydıncık kumsalına geliyoruz. Fazla rüzgar nedeniyle pek denize girilecek gibi olmayan, ama şahane “kite surf” izleyebileceğimiz bir yer çıkıyor karşımıza. Seyrederken adamın biri yaklaşık 2 metre kadar havalanıyor. Ben denklanşöre basana kadar da tekrar iniyor. Ellerim makinenin üzerinde, öylece kalakalıyorum.

Oradan Kefalos plajına geçiyoruz. Burası daha az rüzgarlı. Dileyen denize girerken, dileyen deniz kenarında yer alan yerlerden birinde oturup bunaltmayan havanın tadını çıkarıyor.

Dereköy, bu adanın hayalet köyü. Eskiden tüm ada halkı Rum imiş. Cumhuriyetin ilk yıllarında ada sakinleri nispeten rahatmış. Yarı açık cezaevi ile birlikte adada suç oranı artınca tedirginlik başlamış. Rumca eğitimin tamamen yasaklanması, ellerinden alınan topraklar, 6-7 Eylül olayları adanın Rum nüfusunu epey azalmış. Babamın zamanında beşinci sınıfta Rumca okuma yazma öğreniyormuş çocuklar. En son 1963 ve 1974’teki Kıbrıs olayları ile köy iyice boşalmış. Şu anda köyde yaşayan tek tük insan var. Terk edilmiş evler insana hüzün veriyor. Buradaki kiliseyi geziyoruz. İçeride fazla kullanılmayan yerlerde bulunan o ağır koku var. Birilerinin işlediği suçun cezasını başkaları ödüyor.

Akşam yemeğinden sonra Kaleköy merkezine gidiyoruz. Son derece renkli bir sokak. Ön taraf açık pazar yeri gibi. Hediyelik eşyalar, takılar, giysiler satılıyor. Arka tarafta kafeler, barlar, lokantalar var. Burada bir adet balık lokantası olduğunu öğreniyorum. Belki gündüz vakti gelebilseydik, balık yiyebilirdik. Midilli’de dört bir yanda bulunan balık lokantalarını gördükten sonra burası garip geliyor bana.
Ertesi sabah ilk olarak Yıldızkoy'u ziyaret ediyoruz. Burası su altı güzellikleri nedeni ile Su Altı Milli Parkı ilan edilmiş bir yer. Türkiye'nin ilk ve tek Su Altı Milli Parkı. Kaşkaval Burnu'nu andıran değişik kaya oluşumları var. 

Sonra Tepeköy'e çıkıyoruz. Bu köy, bir Rum köyü. Kahvesinde oturanlara merhaba diyoruz, cevap alamıyoruz. Kahveci, kilise birazdan dağılacak, size kahve yapamam diyor. Adaçayı ya da çay alabilirmişiz. Turdan bazıları kiliseye bakıyor. Meydanın diğer tarafında banklara oturup çaylarımızı bekliyoruz. Birazdan kilise dağılıyor, ve kahve doluyor. Yan tarafta oturan köylü ile konuşmayı başarıyoruz. Gençken İzmir’e geldiğini, Kordonda arkadaşlarıyla oturup gelen geçen hakkında Rumca yorum yaptıklarını anlatıyor. Kimse anlamaz diye rahatça konuşurken Rumca bilen İzmirliler bunları kovalayınca çok şaşırmışlar.

Adanın en büyük çamaşırhanelerinden biri burada. Oldukça büyük, üzeri kapalı bir çamaşırhane burası. Gezdiğim hiç bir yerde bu tip bir çamaşırhane düzenine rastlamamıştım.

Barba Yorgo’nun yerinde Barbayannis şaraplarını tadıyoruz. Amatörce yapılan bu şaraplardan adayı anmak için bir tane alıyorum. Yandaki yazı meyhanenin tam ortasında, duvara asılmış duruyor.

Yolda Tuz gölünün yanından geçiyor, zeytin ağaçlarının arasında yol alırken adalı tarihçi Mihail Kritobulos’u anıyoruz. Kritobulos, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethini yazmış, belki de bu sayede adaya fazla dokunulmamasını sağlamış. Söylediklerine göre Osmanlı'yı methederken satır aralarında hep Bizanslı olarak kalmış. Bir tarihçi de bizden. Padişah Abdülhamit ile arası iyi olmadığı için İstanbul’dan ayrılıp Anadolu’yu gezen Dr. Şerafettin Mağmumi, gezi yazılarında bu ada hakkında detaylı bilgi vermiş.

Bir sonraki durak Zeytinli köyü. Buranın halkı da Rum, ama daha konuşkan insanlar. Yukarıda Hristo'nun yerinde sakızlı muhallebi yiyoruz. İlk yediğimize göre daha güzel olmakla birlikte sakız tadını tam alamıyoruz. Sonra meydanda Madamın yerinde kahvemizi içiyoruz. Daha turistik bir köy olduğu için yenilip içilecek yer sayısı daha fazla, ve hediyelik eşya dükkanları var.

Öğle zamanı kasabaya geliyoruz. Yemek yenecek, alışveriş yapılacak, ve mümkünse babamların yaşadığı ev bulunacak. Aynı esnaf lokantasında yemeğimizi yedikten sonra babamın tarif ettiği yere gidiyoruz. Maalesef, metropolitin evi ve kilise hariç sokaktaki hiç bir bina eski haliyle durmuyor.

Burada satın alınabilecek bademli un kurabiyesi var, karadut reçeli, yeşil domates reçeli ve gelincik reçeli var. Bir de değişik kokulu sabunlar yapmışlar, hediyelik alınabilir. Gökçeada maceramız böylece bitiyor. 

Göremedklerimiz, Kaşkaval burnu ve lahit mezarlar. Kaşkaval Burnu'na kara yoluyla ulaşmak mümkün değil, o rüzgarda denize açılmak da pek akıllıca değil. Rivayete göre çok zengin bir kadın cennete gidebilmek için bir sürü yuvarlak peynir yapıp üst üste koymuş, ve kimseyle paylaşmamış. Tanrı bu duruma kızmış, Mart ayının birinde kadının üzerine şiddetli rüzgar, yağmur ve kar göndermiş. Kadın ve peynirler donmuş, peynirler taşa dönüşmüş.

Buraları görmek bir başka sefere kaldı. 




GÖKÇEADA - 1

Ailedeki adı İmrozdur onun. Babam ilkokulu dört yıl burada okumuş. Dedesinin yanında. Büyük dedem, İmrozda görev gereği bulunan Türklerdenmiş, yerlilerin tümü Rummuş. Küçük bir kasabaymış, ama değişikmiş. Mesela birkaç serseri Rum genci köylülerden birinin kuzusunu çalıp yemiş. Ada halkı hırsızları yakalayıp, kuzudan arda kalan ne varsa boyunlarına asıp gezdirmiş ortada. Mahkeme falan sonra.

İzmir’den Gökçeada’ya gitmek, İstanbul'a gitmekten daha uzun sürüyor. Sabah yola çıkıyoruz, hadi Çanakkale’ye kadar gidiyoruz. Çanakkale’de çok fazla beklemeden Gelibolu tarafına geçiyoruz, sonra beklemeye başlıyoruz. Çünkü adaya bir vapur var, onu kaçırırsak başka şansımız yok. Bu riski göze almak istemeyen tur yöneticimiz, bizi iki saat öncesinden vapur iskelesinin oraya getiriyor. Uyduruk bir kahve, girmek isterseniz bir deniz var. Güneşlenecek kumsal yok, doğru dürüst soyunup giyinecek yer yok. Zannedersem bizden kimse girmedi orada.

Ben yine gezinin başına döneceğim. Sabah erkenden yola çıkıyoruz. Rehberimiz bir arkeolog. Şükrü Bey, “manava uğradım, iki kilo patates aldım” dese bile melodik konuşma tarzıyla karşısındakine lafını dinleten biri. Bir de mitolojiden söz açınca kendimi Kordon’da, sabah serinliğinde kahvaltımı etmiş, denize karşı kahvemi yudumlarkenki ruh halinde buluyorum. Keyifle hafifçe arkaya doğru kaykılıp manzaranın tadını çıkartıyorum.

Tarihte İmroz halkı Prohelen olarak tanımlanıyor. İsminin kaynağı olduğu düşünülen bereket tanrıçası İmbros da bu dilden. İmrozlular, Homeros'a göre Truva Savaşında Truvalıların yanında yer almış. Kendilerini Anadolu'nun bir parçası olarak görüyorlar.

Bir de İmroz-Tenados (Gökçeada-Bozcaada) arası Achileos'un annesi Thetis'in sarayının, İmroz-Semadirek arası Poseidon'un kanatlı atlarının ahırlarının bulunduğu düşünülürmüş.  

Çanakkale’ye gelince insanı bir hüzün basıyor. Şehitler Anıtı uzaktan görünüyor. O sene pek çok okul mezun vermemiş. Verememiş. İstanbul Tıp Fakültesi, İstanbul Erkek Lisesi… Bu liste uzayıp gider. Şehitlikte Rum, Ermeni vatandaşlarımız da arkadaşlarının yanına yatıyor. Hatta yanlış hatırlamıyorsam bir Ermeni yurttaşımız, “Hristiyanım diye beni o gavurların yanına gömmeyin sakın” diye vasiyet etmiş. 

Vapur tıklım tıklım, iki saati biraz geçen bir yolculuktan sonra Gökçeadaya varıyoruz. Korkuyorum. Aileden gidip görenlerin yaşadığı o büyük hayal kırıklığının tekrarından korkuyorum. Ada tamamen "Egeli" iken var olan güzelliklerin perişan hale getirilmesini fark etmekten korkuyorum. Gerçi benim ilk ziyaretim, ama anlatılanlar var.

Akşama doğru otelimize varıyoruz. Adada pek çok otel, pansiyon var. Bunun nedeni sörf. Rüzgar sörfü yanında “kite surf” dedikleri uçurtma sörfü diyebileceğimiz bir başka spor daha yapıyorlar.

Akşam yemeği açık büfe. Bu gibi durumlarda ben soğuk yemeklere ağırlık veriyorum. Sıcak kalsın diye bütün gece alttan ısıtılan kaselerde duran yemeklerin bir tadı olmuyor çünkü. Muhtelif salatalar, kızartmalar var,ve güzel. Mostralık bir balık salatası var. Dört bir yanı denizle çevrili bir yerde bu kadarcık balığa hayret ediyorum. Bu topraklarda neredeyse 1000 yıldır yaşıyoruz, hala tam anlamıyla faydalanmayı öğrenemedik.

Meyveler, özellikle üzüm lezzetli. Babamın anlattığına göre buraları eskiden bağlık ve zeytinlikmiş. Türlü nedenlerle o bağlar sökülmüş. Ada kültürü gitmiş, yerine bambaşka bir şey gelmiş. Yazık.

Hava o kadar serin ki, uzun kollu penye ve çorap iyi geliyor. Bu arada İzmir’in sıcaktan yanıyor olması bize değişik bir his veriyor!