30 Temmuz 2012 Pazartesi

ÜSKÜP

Çifte çifte paytonları getirdim sana,
Ne dedim de darıldın, darılma bana.


Yukarıdaki türküyü henüz duymamışız. Gecenin ilerleyen saatlerinde havaalanındayız. Sabah 05:00 uçağı ile İstanbul'a, oradan da Üsküp'e uçacağız. Tamam, keyfimiz yerinde, ama gözler hafif kapalı, konuşma alt sınırda. Herkes "yarın"ı bekliyor.


Ebruli Tur, bizi Balkan gezisine çıkartıyor. Akla gelebilecek, ama önlenmesi mümkün olmayan tüm aksilikleri yaşayacağız, yine de keyfimiz yerinde olacak. Önceden birbirini tanımayan insanlar tur sonunda neredeyse akraba çıkacak. Mesela bir kısmı okul arkadaşı, iki kişi de dedelerinin ve muhtemelen babalarının arkadaş olduğunu öğrenecek. Bunun yanında birimiz kulak iltihabı geçirecek, bir yerlerde unutulan eşyalar çalınacak. Aralarından öylesine seçtiğim tuhaf rastlantılar ardı ardına yaşanırken kimse kimseyi üzmeyecek, hepimiz keşke aynı otobüs bir başka gezide yine beraber olabilse diye içinden geçirecek. Bunlar daha yaşanmadı.



İstanbul'dan kalkıyoruz, bir saat içinde Üsküp'teyiz. Uçaktan aşağıyı seyrediyorum. Geniş tarım alanları, şehre yaklaştıkça yerini ağaçlı bölgelere bırakıyor. Vardar nehri kıvrım kıvrım şehrin içinden geçiyor. Büyük İskender Havaalanına iniyoruz.  Dışarı çıkınca sıcak çarpıyor. Bilgisayardan baktığımızda ortalama sıcaklık 30°, ama şansımıza 10° daha fazla! Tüm gezi boyunca hep bu sıcaklık sorunu olacak, güneş bazılarımızın canını acıtacak kadar yakacak.

Şehre yaklaşırken her tarafta adı geçen haçı görüyoruz. Sanki İzmir'de Çatalkaya'nın tepesine bir haç dikmişler gibi. Her taraftan görünüyor, gece de ışıklandırılıyor. Çünkü şehre Türk bölgesinden giriliyor, büyüklü küçüklü camiler göze çarpıyor. Gelen misafirlerin burasını müslüman şehri zannetmesi istenmiyor. Camiler yıkılamayacağına göre, kocaman bir haç yapıp hristiyan olduklarını kanıtlamak istiyorlar.


Şehrin şu anki ismi Skopje, nereden geldiği tam olarak bilinmiyor. Bir rivayete göre ok kelimesinden çıkmış, ama grubumuzdaki doktorlara göre "skupi" kelimesinden türemiş. Bu kelimenin anlamı gözlem. Antik çağdaki ismi Scupi, neden olmasın. Adı nereden gelirse gelsin, Osmanlı zamanında önemli bir şehirmiş. Avusturya 1689 yılında bir süreliğine eline geçirince ilk felaketini yaşamış. General Piccolomini, hayran olduğu şehri veba salgını  bahanesiyle tamamen yakmış. İki gün süren yangının sonunda o güzelim yapılar, bahçeler perişan olmuş. O sıralar eski gücünü kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, geri aldığı şehri bir daha eski haline getirememiş. İkinci yıkım 1963 yılında 20 saniye süren depremle gelmiş. Şehir büyük ölçüde hasar görmüş. Öyle ki, Birleşmiş Milletler 78 ülkenin katıldığı bir destek fonu kurmuş. Picasso dahil pek çok sanatçı bu fon için birer eserini bağışlamış. 


Türkiye'ye çok güveniyorlar. Yerel rehberimiz anlatıyor, zamanında Miloseviç Yunan başbakanına Makedonya'yı paylaşma teklifi götürmüş. Türkiye'nin tepkisinden korkan başbakan bu teklife sıcak bakmamış. Bölge, son savaştan en az etkilenen yerlerden, yine de eski Yugoslavya'nın diğer ülkelerine göre fakir durumda. Daha çok tarım ve hayvancılıkla geçiniliyor.


Vardar nehri şehri ikiye bölüyor. Osmanlı zamanından kalan, daha çok müslümanların  yaşadığı kısım pek bakımlı değil. Küçücük bir kapalıçarşısı var, Bezistan. Sokakları dolaşırken 70'li yıllarda bir Anadolu kasabasını geziyor gibiyiz, Türkçe yazılar göze çarpıyor. Yalnız günlerden Pazar, dükkanların çoğu kapalı. Buranın köftesi ve kuru fasulyesi meşhur. İki kişiyiz, birer porsiyon söylüyoruz. Fasulye toprak kapta geliyor, güzel. Köfte bizi şaşırtıyor, aynı İnegöl köfte! Sonradan Bursa tarafındaki Makedon göçmenleri düşününce durum aydınlanıyor. Yanına bir de közlenmiş biber istiyoruz. Biberler sürprizli. Bir kısmı tatlı, bir kısmı acı. Kısmetimize ne çıkarsa artık.


Şehirde 30 kadar cami var. İlk yapılan Sultan Murat Camii, yanında da İsa Bey Camii yer alıyor. Buralarda camiler yalnızca ibadet saatlerinde açık, diğer zamanlarda kapalı. Bu yüzden bütün gezide yalnızca birkaç caminin içine girebiliyoruz. Birinde Türkçe, bir ikisinde Arnavutça, diğerlerinde Boşnakça vaaz veriliyormuş.


Üsküp Kalesine çıkıyoruz. Depremde hasar gören kale, yakın zamanda onarılmış. Yalnız içine kilise yapılacak söylentisi Arnavutlarda gerginlik yaratmış. Şimdi içeri girilmiyor, duvarlarına bakabiliyoruz ancak. Dolaşırken piknikçiler bize buyrun diye sesleniyor, teşekkür ediyoruz. Burada Türk olmak güzel bir şey.


Kalenin yanında Mustafa Paşa Camii, diğer tarafta Arasta Camii, beyaz minaresiyle dikkat çekiyor. Akustiği iyi olduğu için gösteri merkezi olarak kullanılan Kurşunlu Han, şimdi sanat galerisi olarak kullanılan Davut Paşa Hamamına dışarıdan bakıyoruz. Eski Yugoslavya'daki hamamların hemen hepsi, şu an sanat galerisi olarak hizmet veriyor. Kapan Han onarılmış, içinde lokantalarıyla birlikte ziyaret edilebiliyor. Saat kulesi, Osmanlı zamanında yapılan ilk saat kulesi. Tren istasyonu, deprem anı duran saatiyle müze olarak kullanılıyor.


Sultan Murat döneminde başlanan, Fatih zamanında bitirilen Taşköprü, şehrin simgesi. Köprü ile şehrin hristiyan kesimine geçiyoruz. Bu taraf öyle bakımlı ki, sanki iki ayrı yerde gibiyiz. Taşköprünün kitabeleri değişik senelerde yapılan onarımlar sırasında teker teker yok olmuş. Son bakımda mihrabı da gitmiş, gelen tepkiler üzerine tekrar yerleştirilmiş, yalnız Sultan Murat döneminde "yeniden yapıldığı" belirtilmiş. Bu arada Makedonlar, köprünün Romalılar döneminden kaldığı yönünde iddialarda bulunmaya başlamışlar.

Köprünün sonunda kocaman bir meydan var. Hoparlörden meydana yayılan klasik müzik, eski Yugoslavya günlerinden kalma sanki. Dört yanda heykeller, Büyük İskender, babası Philip, Kiril kardeşler, Osmanlı'ya karşı ayaklanıp öldürülen Karpos, bu heykellerden bazıları. Meydanın bitiminde, şehrin en büyük caddesi, Makedonya caddesi bulunuyor. Sultan Reşat'ın Makedonya gezisinde faytonla gezdiği cadde, şehrin en turistik mekanlarının bulunduğu yer. Asıl adı Agnes Gonca Boyacı olan katolik Arnavut Rahibe Teresa'nın doğduğu ev bu cadde üzerinde. Değişik pastaneler, lokantalar arasında geziniyoruz. Caddenin sonunda da Türk markalarıyla Ramstore alışveriş merkezi var.

Akşam yemeği için turistik bir lokantaya gidiyoruz. Yemekte kuru fasulye ve köfte dışında közlenmiş biber, patlıcan, değişik peynirler ve börekler var. Fasulye, öğlen yediğimizden daha güzel, köfte ve biber aynı kalitede.  Ama yanında gelen patlıcan, domates ve peynirler harika. Gerçekten doğal şartlarda yetişmiş gıdaların tadı başka oluyor.


Yemek sırasında müzik başlıyor. İlk şarkılar kendi dillerinden, güzel güzel dinliyoruz. Sonra Türkçe bir parçaya geçiyorlar. Kendilerine has bir aksanla okudukları parçanın sözlerini anlamak hoşumuza gidiyor. 


Okka okka lokumları yedirdim sana
Ne dedim de darıldın, darılma bana.




Ailesi Üsküp'ten gelmiş arkadaşlarımı düşünüyorum şarkıyı dinlerken. Derken, diğer parçalarla şaşırıyoruz. Kalenin Bedenleri, Kızım Seni Ali'ye Vereyim mi, Osman Aga, Senede Bir Gün ve Neden Saçların Beyazlanmış Arkadaş geliyor ard arda. Makedonca söylüyorlar. Haydi bir kısmı anonim, ama son ikisinin bestecisi Türk. Meğer onlar da Türkiye'den şarkı adapte etmişler. 


Bu şarkıların eşliğinde edilen danslarla geceyi bitiriyoruz. Oldukça erken bir saatte başladığımız günümüzü yorgun ama neşe içinde sonlandırıyoruz.