25 Mayıs 2011 Çarşamba

BARCELONA - 3



Salı, son günümüz. Sabah Barcelonata’da yürüyüş yapıp, Christoph Colomb’a veda edip, Miro Müzesine gidiyoruz. Miro’yu İstanbul’da da görmüştüm, ama burası farklı. Bir kere ressamı anlatan çok güzel bir film izliyoruz. Sanatsal gelişimi, hangi resimleri nasıl bir ruh haliyle yapmış, hepsi anlatılıyor. Sonra o bilgilerle müzeyi gezmek daha anlamlı oluyor. Tabi biz bu arada zamanı unutuyoruz. Halbuki sırada bu gezi için özel olarak çalışıp seçtiğim bir lokanta var. Akşam yer olmadığı için öğlen yemeğine rezervasyon yaptırmıştım.


Müzeden çıkıp koşa koşa Monjuic kalesine çıkan teleferiğe biniyoruz. Bu kale 1600’lerin ortasında, halkı düzen altında tutmak için yapılmış. Bir ara hapishane olarak kullanılmış, İspanya İç Savaşında da dönem dönem cumhuriyetçilerin ve milliyetçilerin eline geçmiş. Her iki taraf da karşıtlarını burada infaz etmiş. Naziler tarafından Franco hükümetine iade edilen Cumhuriyetçi Katalan lider Lluis Companys de 1940’ta burada öldürülmüş.


Bu kalenin bir özelliği daha var, 1790’larda Fransızlarla birlikte ilk metre prototipi çalışmasının bir ayağı burada yapılmış. Paris ile aynı meridyende olan kale, kuzey kutbu ile ekvator arasındaki mesafenin teorik olarak bulunmasında önemli rol oynamış. Metre de, bu mesafenin kırk milyonda biridir. Bir anda mühendisliğim tuttu işte.

Kaleden aşağı inerken türlü aksilikler oluyor. Şehri de tam bilmediğimiz için zamanlamayı doğru yapamıyoruz ve 14:00’deki randevumuza yarım saat kadar gecikiyoruz.


Şu saatler arası bekleniyorsunuz diye bir şey söylenmediği için önden fazla endişelenmiyorum. Arkamızdan gelecek birileri yok nasılsa. Ama küçük bir şey atlamışım, siesta!


Yolda telefon ediliyor, kaçta geleceğimiz soruluyor. Lokantaya girince de, garson tarafından kibarca azarlanıyoruz. Meğer mutfak saat 15:00 itibarı ile kapanıyormuş. Acaba bu lokantaya özgü bir durum mu, yoksa İspanyolların geleneksel ehlikeyifliği mi, bilemiyorum. Bize vakit kaybetmeden tercihimizi yapmamız söyleniyor.


Cinc Sentits lokantasını işletenler, Kanada doğumlu Katalan ve Kanadalı anne-babaları olan iki kardeş, Uzun süre Kanada’da yaşadıktan sonra Barcelona’da Katalan mutfağını yorumlayan bir lokanta açmışlar. Erkek kardeş Jordi Artal şef, kız kardeşi Amelia Artal da servisi yönetiyor. İsmi Katalanca beş duyu demekmiş.
Lokanta, altı yedi masadan oluşan, yaklaşık 30-40 kişilik bir yer. Dekor sade, ama mütevazı değil. Tamamen siyah giyinmiş garsonlar da çok ciddi. Diğer müşteriler de bizim gibi olduka rahat kıyafetler içinde. Hatta bebeği ve annesi ile gelen genç bir hanım var. Bu tuhaf bir tezat yaratıyor.


İki tadım menüsü var. Bu menüler, lokantayı seçmemde en az yemekler hakkında yapılan güzel yorumlar kadar etkili. Her zaman gittiğim yerlerde bile hangi yemeği seçsem diğerinde gözüm kalır. Bir de, herşeyden azar azar yemek benim karakterime daha uygun. Önüme koca bir tabak yemek gelse asla bitiremem, ama aynı yemeği küçük parçalar halinde sıra ile getirirseniz geriye bir şey kalmaz.


Menülerden biri daha sade, beş tabak yemek, ve ara servislerden oluşuyor. Diğerinde ise dokuz tabak yemek, ve yanlarında uygun şaraplar var. Yeğenim yemekte şarap içmek istemiyor, ve baştan o beş tabak bile ona fazla görünüyor. Yemekle arası pek iyi değildir, ve annesi ile buraya tamamen beni kırmamak için geldiklerini biliyorum


Zaten yarım saat geç kalmışız, bir de uzun menüyü seçip içeridekileri daha da asabileştirmekten korkuyoruz. Bizden hemen sonra gelen bir müşteri de, sanırım aynı nedenlerle bizim gibi yapıyor.


İlk olarak, küçük kadehlerde ılık akçaağaç şurubu, altında soğutulmuş krema, onun altında köpüklü cava sabayon ikram ediliyor. Tek dikişte içmemiz, ağzımızda bekletip tuzu dilimizde hissettikten sonra yutmamız söyleniyor. Akçaağaç şurubu, Kanada’da çok bilinen bir şurup. Bu karışım ağzımızda hoş bir tat bırakıyor.


Ardından, küçük bir tepsi içinde zeytin, domuzlu çubuk ve paprikalı badem geliyor sofraya.


Sonra iki çeşit zeytinyağı ile birlikte yememiz için üç çeşit ekmek geliyor. Zeytinyağlardan biri daha baharlı, diğeri geleneksel sızma zeytinyağı. Sade olan ekmeği almadığıma hayıflanıyorum. Çünkü zeytinyağların arasındaki fark, bu ekmekle daha güzel anlaşılıyor. En azından benim için böyle.


İlk olarak deniz tarağı, ardından uskumru ve elma geliyor. İkisini bir arada ilk defa yiyorum. Üçüncü yemek, mürekkep balığı köftesi. Mürekkep balığı, bizim bildiklerimiz gibi değil, üzeri biraz kaygan. Mürekkebi ile birlikte pişirilmiş.


Dördüncü yemekte morina var. Karamelize soğan, haşlanmış yumurta, fasulye ve pirinç ile birlikte sunuluyor. Son yemek, elma kabuğu gibi kesilmiş domuz eti. Yanında arpacık soğan, portakal ve karanfil var.


Garson her seferinde ciddi bir şekilde bize yemeği anlatıyor. Dersine çalışmadan okula gelen öğrenciler gibi dinliyoruz. Geleneksel Katalan mutfağına hakim olan biri, bu yemekleri daha detaylı değerlendirebilir. Ben tek kelime ile özetleyeyim, harika!


Tatlı olarak haşlanmış armut eşliğinde dondurmal yiyoruz. İki gün önce bayıla bayıla yediği ravioliyi bile tabağında bırakan yeğenim, bütün yemekleri bitirip annesini şaşkına çeviriyor.


Tatlıdan sonra bir defada ağzımıza atmamız söylenen bir çukulata yiyoruz. İçindeki özel sos ağzımıza akıyor. Son olarak kahvelerimizin yanında altı cins şeker geliyor. Değişik renklerde ve değişik büyüklükte taneleri olan şekerler bunlar. Kahverengi ve ince taneli olanı seçiyorum.


Kahvemizi içerken mutfak ekibi lokantayı terk ediyor. Bu lokanta öğlen birbuçuk, akşam iki saat hizmet veriyor. Seçtiğim lokantanın Michelin yıldızı olduğunu sonradan öğreniyorum. Acaba zaman konusunda bu kadar katı olmalarının nedenlerinden biri bu yıldız mı.


Lokantadan çıkarken keyfim o kadar yerinde ki, yolda gülümsüyorum. Sokakları son kez dolaşıyoruz. Dayanamayıp yolda birkaç peynir daha alıyorum. Bu peynirler ve şaraplar yüzünden havaalanına giderken canım çıkacak, henüz farkında değilim.


Akşam bavulumu toplarken ikinci İspanya yolculuğunun hayalini kurmaya başlıyorum. Daha göremediğim yerler, tadamadığım yemekler var. Futbol stadı, hayvanat bahçesi, şarapevi ve Boqueria’da bir yemek. Gitsem kimbilir daha neler bulurum.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

BARCELONA - 2

Cumartesi güne Casa Batllo ile başlıyoruz. Gaudi'nin bir başka eseri. Apartman sahibi aile, ilk katı kendine ayırmış. Diğer katlar ikişer daireli, kiraya verilmek üzere tasarlanmış. Bu apartmanın takma isimleri “Esneyen Ev”, ve “Kemikli Ev”. Kolonlar iskeleti çağrıştırıyor. Işığı orantılı olarak alabilmek için pencereler aşağıya doğru büyütülmüş. Binanın kıvrımları size denizi çağrıştırıyor. Gaudi, kapı kollarından koltuklara kadar her detayı kendisi tasarlamış. İnanamıyorsunuz.
Oradan çıkıp La Pedreraya geçelim diyoruz, inanılmaz kuyruk bizi vazgeçiriyor. Madem öyle, biz de Picasso Müzesine girelim diyoruz. Bu, İstanbul dahil gezdiğim yedinci Picasso, en az bundan etkilendiğimi söyleyebilirim. Barcelona’da bir de Picasso Müzesi olsun diye açılmış sanki. Müzeden çıkıp kendimizi Rambla’da alışverişin şefkatli kollarına bırakıyoruz.

Akşam yemeği için Rambla’da bir tapas lokantasına giriyoruz. Kalamar, peynir, yanına bira. Burada her seferinde bira, sangria ya da şarap, hangisini seçeceğimi bilemiyorum. Biraları ve şarapları güzel, sangria da değişik bir içecek. Başka yerde pek içme şansı yok.

Pazar gününü Dali’ye ayırıyoruz. Geçen haftadan tecrübeliyiz, bugün her yer kapalı. Erkenden trene binip Figueres’e doğru yola çıkıyoruz. Burası küçük bir kasaba. Dali sayesinde insanlar akın akın geliyor. O küçücük yerde oteller, dükkanlar, her şey var. Çünkü Dali buradaki tiyatro binasını müze yapmaya karar vermiş. 1970’lerin başında açılmış. Resimden heykele, mücevherden oda tasarımına kadar pek çok değişik eser, Dali’nin yorumuyla müzede.

Müzeye girmeden önce bir gösteri ile karşılaşıyoruz. Yanlış anlamadıysam Saint Georges günü kutlanıyor. Daha çok çocuklar var, bizim 23 Nisan gösterilerini andırıyor.

İspanyolların geç yemek yeme alışkanlığı burada işimize yarıyor. Tam da onların yemek saatinde, saat ikide lokantadayız. Ben önden zeytinli ançüez söylüyorum. Yediğimiz pizza harika. Küçücük lokantaların hepsi dolu, ve sanırım hepsi güzel.

Akşamüstü Sagrada Familia’ya gidelim diyoruz. Ama Saint Georges günü nedeniyle din adamları bazilikayı kapatmış. Ne şans. Dışarıdan bakmakla yetiniyoruz.

Akşam Barcelona-Espanyol maçı var. Madrid’i yazarken atladığım bir konu bu. İki hafta İspanya’dayız, o dönemlerde Barcelona ve Real Madrid tam dört kere karşılaşıyor. Bir keresinde bile aynı şehirde olmayı beceremiyoruz. Maça gitmeyi aklımdan bile geçirmiyorum, çünkü biletler karaborsa. Ama stada yakın bir yerden maçı seyredip, sonra da Barcelona taraftarları ile birlikte zaferin tadını çıkartmak isterdim doğrusu. Bu maçı da ancak televizyondan seyredebiliyoruz, biletler karaborsada 200 €. Real Madrid biletleri kaç para idi, tahmin edemiyorum.

Barcelona’nın UEFA kupası finaline çıkmaya hak kazandığı maç sırasında da Madrid’deydik. Barcelona’yı tuttuğumuz için otelde oturup seyretmeyi tercih ettik. Maç sonrası biz sevinirken dışarıda derin bir sessizlik vardı. Türkiye’de bizim takım neredeyse küme düşecek hale gelmişken ne yapalım, böyle başkalarının zaferleri ile avunuyoruz işte.

Pazartesi günü yine Gaudi’nin bir eseri olan Casa Mila, diğer adı La Pedrera’yı geziyoruz. Mila ailesi, zamanın en pahalı ve prestijli mimarına bir ev yaptırtmak istemiş. Ortaya bir anıt çıkmış. Şu an bir finans kurumunun mülkiyetinde, üst katta mimarın tüm eserleri tanıtılıyor. Eserlerinde doğadaki değişik canlılardan esinlenmiş, tasarımlarında onların iskelet yapısından yararlanmış. Bu sayede süngerin de bir iskeleti olduğunu öğreniyorum.

Öğlen yemeği için rastgele bir yere giriyoruz. Sıradan bir lokanta olmasına rağmen yediklerimizden memnun kalıyoruz. Yemekten sonra alışveriş listemizi tamamlamaya girişiyoruz.

Başta Boqueria var. Geziye çıkmadan önce çalıştığım peynir listesine göre peynir ve jambon alıyoruz. Oradan Cacao Sampaka’ya geçiyoruz. Burası kocaman bir çikolatacı. Döndükten sonra tek güzel çikolata mağazasının burası olmadığını öğreneceğim, ama memnun mesut alışveriş yapıyoruz. Likörlü çikolatalara bayılırım. Portakallı, bademli, naneli, hindistan cevizli derken gözümüz dönüyor. Bir tek biberli çikolatanın tadı tuhaf geliyor. Beyaz çikolataya bakmıyorum bile. Kakaosuz bir şeye nasıl çikolata denebiliyor, anlamış değilim zaten.

Oradan büyük bir şarküteriye geçiyoruz. Dükkanın arkası şarap satış yeri. Kocaman yerde aradığım şarapları bulmakta zorlanıyorum. Satış elemanı her seferinde eliyle koymuş gibi bulunca sinirlerim bozuluyor. Eh, birkaç yüz üreticinin şarabını Türkiye’dekilerle kıyaslamak anlamsız. O kadar şarabın içinden bavula sığabilecek kadarını seçmek epey zamanımı alıyor.

Akşamüstü Sagrada Familia için şansımızı bir kez daha deniyoruz. İçine girince tutulup kalıyoruz. Gaudi, “benim müşterimin acelesi yok” diyerek hayatının 40 yılını bu bazilikaya adamış. Buraya ya bayılırsınız, ya da nefret edersiniz. İkisinin ortası olamaz. Bence mimari bir anıt, tek kötü yanı senelerdir inşaatının devam ediyor olması. 1882’de başlamış, 2030’da bitmesi planlanıyor. İnsanlar her halükarda geliyor, onlar da yavaş yavaş yapıyorlar inşaatı.

Gece öylesine otururken yeğenim birden zıplıyor. Bu akşam Font Magica de Montjuic’deki fıskiye ve lazer gösterini seyretmek için son şansımız. Sonraki gösteride biz burada olmayacağız artık. Koşarak metroya biniyor, gösterinin ilk dakikalarında nefes nefese yukarıya çıkıyoruz. Müzik eşliğinde yapılan çok hoş bir gösteri bu. Haftanın belirli günlerinde yapılıyor, ve biz uygun olan son günün son gösterisine son dakikada yetişiyoruz. Dönüşte de son metro ile eve dönmeyi başarıyoruz. İstasyonda bir biz varız, bir adam bizi takip ediyor. Önden huylanıyoruz, sonradan adamın metro görevlisi olduğunu fark ediyoruz. Arkamızdan istasyonun kapısını kilitliyor. Her yönüyle bir son dakika golü oluyor bu.

20 Mayıs 2011 Cuma

BARCELONA - 1

Öğlene doğru yine hızlı trenle şehre geliyoruz. Bu trenler çok güzel. Gerçi genelde uçaktan daha pahalı oluyor, ama havaalanına erkenden git, uç, oradan şehre geç derken epey yoruluyor insan. Bunda öyle bir sorun yok, direk şehirdesiniz.

Burada evde kalıyoruz, çünkü sayımız artıyor. Bavullarımızı eve bırakmadan önce yan taraftaki kafede kahvaltı-öğlen yemeği arası bir şeyler yiyoruz. Burası Katalonya. İspanyolca konuşursanız anlıyorlar, ama kendi dillerinde olursa daha içten ve nazik davranıyorlar. Mesela por favore yerine sius plau dersek daha şık oluyor. Fransızcaya çok yakın, zaten turist görünce doğrudan Fransızca konuşan dükkan sahipleriyle karşılaşacağız. Olimpiyatlardan sonra, İspanya’nın diğer bölgelerine kıyasla turizm açısından oldukça gelişmiş. Hemen hepsi yabancı dil biliyor, daha kibar ve güler yüzlü.

Doğrudan Rambla’ya iniyoruz. Siesta zamanına denk geldiğimiz için dükkanlar kapalı. Turistik eşya veya yiyecek satan bazı dükkanlar açık, ancak çalışanlar İspanyol değil. Bu adamların siesta merakı beni öldürecek!

Boqueria’ya uğramadan olmaz. Burada yemekle ilgili aklınıza gelebilecek her şey satılıyor. Meyveler, sebzeler, balıklar, peynirler, şarküteri ve içki. Ayrıca yemek yenebilecek yerler de var. Biz şehre yeni gelmişiz, oturmak istemediğimiz için birer sandviç alıyoruz.

Yürüye yürüye Barcelonata diye tanımlanan deniz kıyısına ulaşıyoruz. Bu bölgede bizim gibi sıcak memleketlerden gelmemiş insanlar denize giriyor, diğerleri kafe ve lokantalarında oturuyor, ya da yürüyüş yapıyor. Denize girmeye hiç heveslenmiyoruz. Yazın bizim deniz suyu sıcaklığı bile şu havadan daha yüksek oluyor.

Barcelona hakkında hep olumlu şeyler duydum. Hani tanımadığınız, sadece uzaktan görüp beğendiğiniz insanlara bir kişilik yüklersiniz ya, ben de onu Barcelona'ya yapmışım meğer. Bu şehri denizle bütünleşmiş bir şehir olarak hayal etmiştim. İzmir gibi, İstanbul gibi, Nice gibi. Ama değil. Deniz kıyısında binalar var mı, var. Kumsal var mı, var. Ama kumsal doğal değil, ve siz bunu bir şekilde hissediyorsunuz. Deniz, daha çok limana ayrılmış. Bu şehir bana bir deniz şehri gibi gelmedi. İzmir’in denizle komşuluğunun Limandan Pasaporta kadar olduğunu, ya da İstanbul’da kıyı olarak bir tek Haliç ve çevresini düşünün. Gerisi karada devam eden bir şehir. Biraz hayal kırıklığı yaşamadım desem yalan olur.

Neyse, deniz kenarında yürüyüşümüzü yaptıktan sonra yeniden Ramblaya dönüyoruz. Buraya şehrin kalbi desek yalan olmaz herhalde. Daracık sokaklarındaki dükkanlar her telden çalıyor. Pahalısı, ucuzu, renklisi, sıradanı, hepsi burada. Kendimizi sokaklara bırakıyoruz.

Ertesi güne Park Güell ile başlıyoruz. Burası Barcelona’yı Barcelona yapan mimar Gaudi’nin bir eseri. Arazi sahibi, Gaudi’den seçkin insanların oturacağı bir site tasarlamasını istemiş. Bir müddet sonra bu fikirden vazgeçmiş, ve bölge tamamen park olarak tasarlanmış. Arazi sahibi ve Gaudi dışında kimsenin evi yok.

Barcelona’da toplam dört Gaudi eseri gezeceğiz. Bu mimar olmasaymış, Barcelona diğer şehirlerden çok da farklı olmayacakmış. İnsanlar akın akın gelip binalarına bakmasa, turizm bu kadar gelişmeyecekmiş. Bu aşırı milliyetçi ve aşırı dindar mimarın eserleri hala bu şehrin en görülesi yerleri. Yalnız şu an bile tasarımları o kadar farklı ki, seveni kadar değilse bile nefret edeni de var.
Yukarı tırmanırken “Park Güell turistler için değil, burada yaşayanlar içindir” diye bir yazı görüyoruz. Önden yazana sinirleniyoruz, ama yukarı çıkınca durum anlaşılıyor. Burası park değil, başka bir şey sanki. Her taraf insan kaynıyor. Buna bir de seyyar satıcıları ekleyin, manzarayı tahmin edin. Belki turistlere girişi paralı yapsalar daha iyi olur.

Turist olanla olmayan nasıl ayırt edilir diye soracak olursanız, bu bir şekilde yapılıyor zaten. Barcelona sakinlerinin yararlandığı, diğer insanların yararlanamadığı bir bisiklet olayı var mesela. Yolun kenarına sıra sıra park edilmiş bisikletleri, kendilerine ait bir yöntemle kilitlerini açıp kullanabiliyorlar. Gitmek istedikleri yerde de yine böyle bir bisiklet parkına bırakabiliyorlar. Bizim kent kart gibi bir şey var herhalde ellerinde, uzun uzun inceleyemedik. Biz turistler için de bisiklet kiralama yerleri var, ama tek bir yerde. Gezdikten sonra tekrar aynı yere geri vermek zorundasınız.

Bu park, dinlenip açık havanın tadını çıkaracağınız bir park değil. Görüp ayrılmak gerekiyor. Tabi bir sürü insanla dip dibe olmayı seviyorsanız başka. Yavaş yavaş aşağı doğru yürürken bir Tenten dükkanı ile karşılaşıyoruz!

İnsanın çocukluğunu anımsatan bir şeye rastlamasının keyfi bir başka oluyor. Bütün karakterlerin türlü büyüklüklerde bibloları, mankenleri, saatleri falan var. Profesöre ait bir mankenden tüm İspanyada 4 tane, dünyada 500 tane varmış. Bunları neden yazıyorum, buradaki tüm eşyalar inanılmaz rakamlara satılıyor. Ufacık bir şey bile almadan çıkıyoruz dükkandan.

Aşağısı Gracia bölgesi. Burası eskiden şehirden ayrı bir yermiş. 19. yy sonlarında Eixample bölgesi inşa edilince şehirle birleşmiş. Barcelona’nın en entelektüel kesimlerinden biri burası. Değişik barlar, lokantalar, dükkanlar, Katalan mimarisinin özelliklerini taşıyor. Daracık sokakları ile komşu Eixample’ın geniş bulvarları tam bir tezat oluşturuyor.

Akşam yine Rambla’dayız. Sokaklarda müzik ve dans gösterileri var. Bir yerde oturup Crema Katalana istiyoruz, ve garip bir şekilde iki değişik Crema Katalana olduğunu öğreniyoruz. Biri, bizim krem karamele benzeyen bir tatlı, diğeri bir çeşit likör. Biz ikincisini beklerken birincisi geliyor! Biraz şaşırıyoruz, ama tadı güzel olduğu için sesimizi çıkartmıyoruz. Bir daha ısmarlamaya cesaret edemediğimiz için, likörle ancak havaalanında karşılaşabiliyoruz. Karamel tadını sevenler için çok güzel bir içecek, yalnız 1 litrelik şişelerde satılıyor, taşıyana biraz yük oluyor.

MADRİD



Sabah erkenden kalkıp tren istasyonuna gidiyoruz. Trendeki gösterge doğruysa, hızı zaman zaman 500 km/saate yaklaşıyor. 500 km civarında olan yolu 3 saatten biraz daha uzun bir zamanda bitiriyoruz. Otelimiz yine merkezi bir yerde.

Önden Mercado de San Miguel’e gidiyoruz. Burası Bercelona’daki Boqueria havasında bir yer. Ancak yoldan yeni gelmişiz, açım ve susuzum. Öyle bira, ya da şarap içecek durumda değilim. Mümkünse çay-kahve türü bir içecekle sandöviç yemek istiyorum. Birimiz sangria alıyor, tadına bakmak istiyorum. Bu halimle bana turşu suyunu hatırlatıyor. Onun dışında manzaralar çok iştah açıcı.

Bu memlekette güleryüzlü ve ilgili satıcı, garson bulmak çok zor. Yine en iyileriyle Barcelona’da karşılaşacağız. Sorduğum insanlardan cevap alamıyor, sandöviçimi su ile içmek zorunda kalıyorum.

Sonra dolaşmaya çıkıyoruz. Puerto del Sol’dan geçiyoruz. 2 Mayıs, Madrid için önemli bir gün. Fransızlara karşı başlatılan bağımsızlık savaşı kutlamaları var. Kral saraydan halka seslenecek, pek çok kişi değişik kostümlerle sokakta. Törenin başlamasına daha çok var, onun için gezmeye devam ediyoruz.

Madrid'in en önemli katedralini ziyaret ediyoruz. Santa Maria Real de la  Almudena Katedrali.Katedralin yapımına 1883 yılında başlanmış,   bitmesi 1993 yılına denk gelmiş. Bu inanılmaz gecikmenin en büyük nedeni Toledo başpiskoposu. Madrid ona bağlıymış, ve başpiskopos iktidarı bir türlü devretmek istememiş. İsmi, Arapça "al mudanya" dan geliyor, kale demekmiş. Söylentiye göre şehir Araplar tarafından fethedilince, İspanyollar Meryem Ananın resmini surlara gizlemiş. Geri aldığında, saklandığı kale duvarı yıkılıp resmi açığa çıkartmış. Papanın kutsadığı tek İspanyol katedrali bu.

Şehri turlamaya devam ediyoruz. Heykeller muhteşem. Binaların üzerine bile yapmışlar. Bu şehir, meydanlar, heykeller ve fıskiyeli havuzlar şehri. Tüm İspanya fıskiyeyi seviyor, ama burası başka. Retriro Parka giriyoruz. Burası turistler kadar şehir halkı için de gözde bir yer. Eskiden yalnızca kraliyet ailesinin kullanımına açık olan parkta paytonla gezebilir, ortasındaki havuzda kürek çekebilirsiniz. Biz havuz kıyısındaki basamaklara oturup günbatımının keyfini çıkartmayı tercih ediyoruz.

Akşam peynir ve şarap yiyelim diyoruz. Benim Malaga’dan denemek için aldığım şarap gayet güzel çıkıyor. Küçük şişe, ama güzel çıkmasaydı taşıma zahmetine katlandığım için pişman olurdum.

İkinci gün La Puerto del Sol ile başlıyor. “Ayı ve çilek ağacı” heykelinin fotoğrafını çekiyoruz. Çileğin ağacı mı olur demeyin, çünkü bu heykel şehrin resmi sembolü. Kaynağı bilinmiyor, ama orijinal sembolde dişi ayı ve çitlembik (melengiç) ağacı olması gerektiği düşünülüyor. Bir zamanlar Madrid’in bulunduğu yerde bol miktarda ayı ve çitlembik ağacı varmış.

Hedef, saray. Burası, Batı Avrupa’nın en büyük sarayı olarak biliniyor. 10. Yüzyılda Emevi kalesi Alcazar olarak inşa edilmiş. Şehrin içinden geçen Manzaranes nehrine Al-Magrit – su kaynağı demişler, Madrid adının da buradan geldiği söyleniyor. İspanyollar şehri geri alınca kaleyi yavaş yavaş saray haline getirmişler. 1700’lerin başında yanınca, yerine şimdiki saray inşa edilmiş.

Saray muhteşem. Velazquez, Goya gibi ünlü ressamların resimleri, freskler, porselenler, saatler, mobilyalar, hepsi çok özel. Sarayın içinde şövalye giysilerine ait özel bir yer ve zamanında eczane olarak kullanılan bir bölüm var. Kraliyet ailesi burada yaşamadığı halde sarayın hepsi ziyarete açık değil.

Lokanta listeme bakmayı çoktan bıraktığım için öğlen yemeğini önümüze gelen bir yerde yiyoruz. Bir başlangıç, bir ana yemek, bir içecek 10 euro. Buraya özel bir tabldot tarzı, değişik yemek isteyenler için de çok pratik. Benim ısmarladıklarımdan biri tavuklu idi, taşlık geldi. Böyle sürprizlere alışık değilseniz zaten dışarıda yememeniz gerek.

Yemekten sonra Prado Müzesine gidiyoruz. Bu müze, İspanyol sanatının sekiz yüz yıllık tarihini anlatıyor. 1793’te açılan Louvre Müzesi, bu tarz müzelerin ilki. Kral Ferdinand, İspanya Bonapart egemenliğinden kurtulduktan sonra 1819’da Prado Müzesini açıyor. Louvre ile aralarındaki en büyük fark, Prado’nun sarayın koleksiyonu olması. Bir müze yaratmak amacıyla değil, tamamen ailenin zevkleri doğrultusunda alınan sanat eserlerini kapsıyor.

Müze akşama kadar tüm zamanımızı alıyor. El Greco, Murillo, Goya, Velazquez, Rubens, say say bitmez ressamlar. Goya’nın Çıplak Maya’sı, Velazquez’in Kraliyet Ailesi resmi hep burada. Bazılarıyla yeni tanışıyorum. O kadar zamanda müzeyi bitiremiyoruz, en üst kattaki resimleri bir sonraki ziyarete bırakıyorum. İnşallah.

Son güne La Plaza de Espana, bir başka deyişle İspanyol Meydanında başlıyoruz. Cervantes’in taş heykeli, Don Quixote ve Sancho Panza’nın bronz heykellerine tepeden bakıyor. Bronz heykellerin yan tarafında Don Quixote’un aşık olduğu Dulciena iki ayrı yorumla gösterilmiş.

Cervantes’in heykeline oldukça yakın olan Templo de Depod’a geçiyoruz. Burada MÖ 2. yy da Amon ve İsis tanrılarına adanmış bir Mısır tapınağı var. 1960 yılında Aswan barajı yapılırken pek çok tarihi eserin taşınması gerekmiş. İspanya hükümetinin yardımlarına karşılık 1968 yılında bu tapınağı hediye etmişler. Aynı oradaki gibi doğudan batıya doğru yerleştirilmiş. Zamanında törenler için kullanan bu tapınağın üst katında yapının tarihi ve bütün olarak yapılmış maketi gösteriliyor.

Teleferiğe yöneliyoruz. Bu yolculukta, yukarıda belirttiğim tüm yerleri ve daha fazlasını tepeden görme şansımız oluyor. Kocaman kentin ortasındaki, çevresindeki yeşillikleri hayran hayran seyrediyoruz. İstanbul’da güzelim parkların, ormanların üzerine dikilen oteller, geçirilen yollar, kondurulan lüks siteler içimizi sızlatıyor.

Teleferikten inince iki arkadaş ayrılıp Plaza Mayor yakınlarında bir lokantaya gidiyoruz. Aslında benim baştan planladığım lokanta bu değildi. Ama benim gibi yüksek derecede kaybolma becerisi olan biri için şehir haritasında bulunmayan bir yere gitmenin riski fazla. Ya araba kiralanacak, ya da taksicinin insafına kalınacak. İki durum da çekici gelmediği için bağrıma taş basıp B planına geçmek zorunda kaldım. B planı, Botin Lokantası. Turistler dışında pek müşterisi yok, ama yine de kalabalık bir yer. Kuruluş yılı 1725. Dünyanın en eski lokantası olarak Guinness Rekorlar kitabına geçmiş. Dört katlı, en alt katı mahzen. En popüler yemekleri kızarmış domuz, ya da kuzu. Yanına bir salata ve güzel bir şarapla hoş bir yemek oluyor.

Yemekten sonra Plaza Mayor’u dolaşıyoruz. Burası tamamen turistik bir yer. Dükkanlar, lokantalar, kafeler hep ona göre. Renkli, gezilesi bir yer. Matador kıyafetleri, flamenko elbiseleri, afişler, kartpostallar falan derken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz.

Madrid’deki son saatlerimizi Reina Sofia Müzesine ayırıyoruz. Buradaki en önemli tablo Guernica. Picasso’nun İspanyol iç savaşını anlatan bu resmi beni çarpıyor. Resimlerini, hatta İstanbul’daki sergide zannedersem halı üzerine bir kopyasını gördüğüm halde aslı beni adeta büyülüyor. Önünden ayrılmam için bizimkilerin beni dürtmesi gerekiyor. Bu arada Picasso’nun tabloyu yapmadan önce çok uzun bir süre eskizlerle çalıştığını fark ediyoruz. Her figürün belki 25-30 tane ön çalışması var. Resimleri bitirdikten sonra hoş bir sürprizle karşılaşıyoruz. Tesadüfen, 1940’lı yıllardaki Avrupa fotoğrafçılarının sergisi çıkıyor karşımıza. Önemli sanatçıların güzel fotoğraflarıyla tanışıyoruz.

Son akşam gittiğimiz lokantada garson, İspanyolca bilmediğimizi belki on defa söylediğimiz halde bizimle kendi dilinde konuşmakta ısrar ediyor. Nerede bizim garsonlarımız, nerede bunlar. Nazik de değiller, ne dediklerini anlamayınca iyice sinir oluyoruz. Öğrendiğimiz iki kelime İspanyolca ile şarap, kalamar ve balık istiyoruz. Neyse ki yemek güzel, bir de o yönden bir sıkıntı yaşamıyoruz.

Madrid, büyük caddeler, meydanlar, heykeller, havuzlar ve fıskiyeler şehri. Bence Paris’I seven, burayı da sever. Bir de, şehrin her tarafında El Corte Ingles mağazalarını hatırlayacağım. Adım başı, neredeyse her meydanda bir tane var. Bir yeri aklınızda tutmak için sakın bu mağazayı işaret noktası olarak almayın, nevriniz döner.

İspanya’ya bir daha gelirsem yine bir iki günümü Madrid’e ayırmak isterim. Lokantalarını, parklarını daha sakin bir şekilde gezmek iyi olur. Burası güzel bir şehir, hakkını vermek lazım. Bu sefer gidemediğim lokantanın yerini iyice öğrenip artık araba mı kiralanır, taksi mi tutulur, ona şimdiden karar vermek gereksiz. Değil mi.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

MALAGA



Sabah, bir gün önce sırılsıklam olan eşyalarımızı azıcık kurutalım, kahvaltı edelim derken öğleni buluyoruz. Otobüsle Malaga’ya geçeceğiz. Garaja vardığımızda ancak 2.5 saat sonraki otobüste yer bulabiliyoruz. Günlerden Cumartesi, herkes bir yerlere gitme telaşında.

Vakit geçirmek için kafeteryaya gidiyoruz. Burası oldukça geniş bir yer, ve sadece 4-5 masa dolu. Biz de zamanı doldururken Malaga’da gidebileceğimiz yerlere bakıyoruz. Bu arada sırt çantam çalınıyor! İçinde değerli eşya, para, pasaport yok, ama fotoğraf makinamın şarj aleti, gözlüklerim gibi gezideki konforumu etkileyecek şeyler var. Demek ki neymiş, ortalık tenha diye yayılıp oturulmayacak, sürekli eşyalar göz önünde olacakmış. Maalesef Granada’yı artık sırt çantamın çalındığı yer olarak hatırlayacağım.

Otobüs yolculuğu fena geçmiyor, çok daha kötüsü olabilirdi diye sakinleşmeye çalışıyorum. Biz otobüsteyken yağmur yine hareketleniyor. Neyse ki bir daha Granada’daki gibi bir yağmur olmayacak, gezerken sıkıntı çekmeyeceğiz.

Malaga, Bodrum-Marmaris arası bir şehir. Daha deniz mevsimi gelmemiş olmasına rağmen cıvıl cıvıl. Otel şehrin göbeğindeki Larios Caddesinde. Eşyalarımızı bırakıp derhal kendimizi sokağa atıyoruz. Bir müddet sokaklarda dolaştıktan sonra akşam yemeği için planladığımız yere geliyoruz. Burası, Antigua Casa del Guardia diye bir yer. Bendeki notlara göre, tapas ve balık "pescaito frito" denilen kızarmış küçük balık yenen yüz yıllık bir işletme. İçeriye giriyoruz, oturabileceğimiz masa yok. Bara tünemiş insanlar, şarabın yanında bir şeyler atıştırıyorlar. Biz yorgun ve açız, oturup bir şeyler yemek için gelmiştik, şaşkın şaşkın bakınıyoruz. İçeridekiler de aynı şekilde bizi inceliyorlar.

Ne yapalım diye konuşurken yanımıza biri yaklaşıyor. Hemen hazırladığım lokanta-peynir-şarap notlarımdan okumaya çalışıyorum. Adam, ben sizi bir yere götüreyim, orada istediğinizi bulursunuz diyor. Garanada’da, zaman problemi yüzünden doğru dürüst bir akşam yemeği yiyememiştik bile. Artık ikinci, üçüncü alternatifler koyarak saatlerimi verip hazırladığım lokanta listelerini kaldırıp her şeyi oluruna bırakıyorum. Bir başka zaman da bu listeler için gelirim inşallah.

Gittiğimiz yer oldukça turistik bir yer. Ama o kadar aç ve yorgunuz ki, yemeklere saldırıyoruz. Kum midyesi, kalamar ve balık anında bitiyor, ikinci tabak siparişlerini veriyoruz. Yediğimiz her şey çok taze. Bize bakan garson, bir ara İstanbul’da çalışmış. Birkaç Türkçe kelime söylüyor. Dedim ya, turistik…

Sabah kalkıp kahvaltı için dışarı çıkıyoruz. Yağmur biraz yağıp duruyor, sonra yeniden başlıyor. Biz içeride oturmak istemediğimiz için seçeneklerimiz pek fazla değil. Öylesine bir yere oturuyoruz. Bir süre sonra şehir halkı Pazar ayininden çıkıyor. O gün özel bir gün müydü, hep mi böyleler bilmiyorum ama insanlar müthiş şık. Erkeklerin ceplerinde mendiller, kadınlarda ışıltılı ayakkabılar, saçlar yapılı. Belki bir düğünden çıktılar, belli değil.

Arkadaşlardan birinin bıraktığı tost, serçelere yemek oluyor. İki serçe, hiç çekinmeden masadaki tostu didiklemeye başlıyor. Arada bağrışan çocuklardan ürküp kaçıyor, sonra tekrar geliyorlar. Uğraşa uğraşa içindeki salamı ve peyniri çıkarıp götürüyorlar.

Kahvaltıdan sonra biraz dolaşıp Picasso müzesine giriyoruz. Picasso, Malaga doğumlu. Ama buradan 18 yaşında ayrılmış, ve bir daha hiç gelmemiş. Muhtelif dönemlerden çalışmaları var.

Müzeden çıkıp Alcazaba’ya yöneliyoruz. Burası, Endülüs Bölgesinde Emevilerden kalma bir kale. En korunmuş olanı, ve içinde bir arkeolojik müze var. Tepeye çıkmak için ciddi bir tırmanış gerekiyor. Yukarıdan şehir manzarası çok güzel. Sahil ve arena tabak gibi önünüzde.

Yemek için azıcık dolandıktan sonra bir yeri gözümüze kestiriyoruz. Muhtelif kanepeler söylüyoruz. Peynirle birlikte birinde kiraz marmeladı ve tatlı soğan, diğerinde jambon ve dilimli elma ısıtılıp geliyor. Sonuç harika. Üzerine limonlu tart ve krem karamel söylüyoruz. Limonlu tart çok güzel, krem karamel bildiğimizden biraz değişik. Boyutu da değişik, kibrit kutusundan az büyük. Daha yoğun, rengi de daha sarı.

Yemekten sonra şehri keşfe çıkıyoruz. Günlerden Pazar, her yer kapalı. Sokaklar insan kaynıyor, yalnızca hediyelik eşya dükkanları ve yemek yerleri açık. Bütün İspanya bu şekilde, tatilinden ödün vermiyor. Saat 14:00 oldu mu her yer kapanıyor, 17:00 ye kadar kapalı kalıyor. Eczane, banka, dükkanlar, kısacası her yer kapalı. Bizdeki gibi öğle tatilinde çıkıp alışveriş edeyim diyemiyor kimse. Her gün üç saat tatil yapan iş yerlerinde ayrıca bir öğle tatili olduğunu sanmıyorum artık.

Bu arada 1 Mayıs yürüyüşüne rastlıyoruz. Bir grup insan, ellerinde renk renk bayraklar, balonlar, yazılar, önümüzden yürüyüp geçiyor. Bir süre sonra bir ikinci yürüyüşe tanık oluyoruz. Sol her yerde aynı. Yalnızca 400.000 - 500.000 nüfuslu şehirde, belli ki birbirleriyle yan yana gelemeyen gruplar iki farklı yürüyüş düzenlemiş.

Cervantes Tiyatrosunun önünden resmini çekebiliyoruz sadece, kapalı. Çok değişik görünüşte evler var. Picasso’nun evini görünce içeri girmek istiyoruz. Kapıda duran kız, belki de siesta zamanı diye, içeride pek bir şey yok deyip bizi postalıyor. Yürüyerek arenanın olduğu yere geliyoruz. Burası da kapalı, ama duvarlarında afişler ve resimler var. Ben bu matadorları hiç değilse 25-30 yaşlarında zannederdim. Afişte iki çocuk var, herhalde henüz traş olmaya başlamışlardır. Belki de genç yetenekler gösterisi falandır, yazılanları anlamadığım için fazla yorum yapmak istemiyorum.

Deniz kenarında yürüyüp, parkı geziyoruz. Kiliseden çıktıktan sonra parkta gezinmek, ailelerin bir ritüeli olmalı. Çok sayıda şık giyimli aileyle karşılaşıyoruz. Kravatlı ceketli erkekler, yüksek topuklu hanımlar, pusette çocukları ile birlikte geziniyorlar. Bizde Pazar günü o kıyafetlerle yürüyüşe çıkan birini pek göremezsiniz. Yanımızdan geçenleri tuhaf tuhaf süzüyoruz.

Otele dönmeden önce alışveriş yapacak bir market buluyoruz. Bu, Granada’da bulduğumuz marketin Malaga şubesi, ancak biraz daha büyük. Henüz 22:00 olmadığı için bira ve şarap alabiliriz. Ben şarapların olduğu yere gelince küçük bir şaşkınlık geçiriyorum. Burası 24 saat açık olan bir market, aradığımız her şeyi bulamıyoruz. Bunu bir kez daha belirtmek istedim, çünkü şarap reyonu bizim en büyük marketlerimizle yarışacak büyüklükte. Belki de daha büyük. Biraz duraksadıktan sonra, bira da olacağına göre küçük şişe almaya karar veriyorum. Hemen seçenekler azalıyor, 2.5 € luk bir şarap alıyorum. Bakalım nasıl çıkacak.

Akşam dışarı çıktığımızda bir tek ben yemek istiyorum. Diğerleri henüz tok. Ben de çok aç değilim, ama tapas yemek istiyorum. Garson size bir porsiyon tapas getireyim diyor. Ben ne bileyim, önüme 4 ayrı tabak gelince şaşırıyorum. Üstelik bunlar sıcak yenmesi gereken et ve deniz ürünleri. Kötü değiller, ama harika da diyemem doğrusu. Turistik yerlerde karşılaşılan standart yemekler. Bitiremiyorum.

Son bir şehir turuna çıkıyoruz. Arkadaşlar, bir gün önce de denediğimiz dondurma gibi satılan yoğurtlardan alıyorlar. Ben yine tadına bakmakla yetiniyorum. Külahın üzerine o kadar çok koyuyorlar ki, bitirememekten korkuyorum. Aslında fena değil, soğuk yoğurdun üzerine değişik soslar döküp ikram ediyorlar. Sorun bende. Öyle kocaman bir porsiyon yerine azar azar sıra ile gelirse bitirebilirim, yoksa yemek kalır. Psikolojik herhalde.

Bu şehir gece hayatı ile ünlüymüş. Gece yarısından sonra açılan diskolarda insanlar sabaha eğlenirmiş. Ertesi günü sabah erkenden Madrid’e doğru yola çıkacağımız için hiç heveslenmedik.

Burada bir günümüz daha olsaydı, botanik bahçesini görmek, bir de flamenko gösterisi seyretmek isterdim. Endülüs yöresine ait olan bu kültürün gösterileri diğer şehirlerde de var, ama otantikleri burada veya Granada’da olurdu diye düşünüyorum.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

İSPANYA

İki hafta sürecek İspanya gezisi Granada’dan başladı. Yola çıktığımız günün akşamı Granada’ya vardık. İkişer gece Granada ve Malaga, sonra üç gece Madrid, vee, ver elini Barcelona. Sadece son durağı bile bir başına heyecan yaratacak geziye başlarken yerimizde duramıyorduk. Organizasyonu yapan yeğenim sakin görünüyordu, ama bilemiyorum. Bu vesile ile ona teşekkür ediyorum. Tüm gezi boyunca rehberimiz oldu, kaprislerimizi çekti.

GRANADA

Uçağımız Barcelona’ya indi, koştura koştura Granada seferini aramaya başladık. Sonradan anlaşıldı ki, transit yolcular için ayrı bir pasaport girişi var, öyle kuyruklarda beklememize gerek yok. Granada uçağı kapısını öyle kolay bulduk ki, şaşırdık adeta. Bu sevinçle karışık şaşkınlık fazla uzun sürmedi. Spainair bizim THY’dan daha iyi değil. Bir uzun süre uçağın gelmesini bekledikten sonra, daha bir uzun süre uçağın içinde bekledik. Yemeyenin malını yerler. Kalkışta 17. sıradayız. Granada’ya vardığımızda 2 saat kadar gecikmiştik.

Havaalanı servisinden indiğimizde gece yarısına az kalmıştı. O saatte oldukça sessiz olan yollarda beş adet tekerlekli bavul meğer ne çok ses çıkarıyormuş… Biz bile kendi gürültümüzden rahatsız olduk, ama yapılacak bir şey yok. Kaldığımız otel daha çok pansiyon havasında, küçük bir yer. Eşyaları bırakıp hemen bir şeyler yemek derdindeyiz.

Otelimize giderken pek çok yemek yeri açıktı, ama dışarı çıktığımızda masaları topluyorlardı. Eh, gece yarısına kalınca olacağı budur. Bizde o saatte açık bir tostçu falan bulursunuz, bu memlekette yok.

Neyse ki, 24 saat açık olan bir market zinciri var. Pek zengin olmasa da, temel ihtiyaçlarınızı karşılayabiliyorsunuz. Ekmek, peynir, salam, çukulata ve şarap alalım diyoruz ve ilk şoku yaşıyoruz. Saat 22:00’den sonra alkollü içki satışı yok! Biraların durduğu dolabı zaten açamıyorsunuz. İlkten yalnızca bira satılmıyor zannedip önemsemiyoruz, ve kasada geri çevriliyoruz. İspanya’ya gelişimizi portakal suyu ile kutluyoruz.

Ertesi sabah hemen İspanyol usulü bir kahvaltı yapalım diyoruz. Burası turistik bir yer, ama çalışanlar henüz bu duruma alışmamışlar diyelim. Böyle zamanlarda insan hemen Türkiye’yi düşünüyor. Birkaç yabancı kelime öğrenen insanımız, karşı tarafın derdini hemen anlayıp yardımcı olur. Burada öyle değil. Kahvaltı için konuştuğumuz garsona sıkıntıdan ter basıyor. Sonunda “pan con tomate” denilen, kısaca üzerine zeytinyağı, domates ve peynir konup ısıtılmış ekmeklerden yiyoruz.

Yemekten sonra hedefe doğru hareket ediyoruz. Bu şehir öğrenci dolu. Bir de Elhamra Sarayını görmeye gelen turistler var. Saray için kalkan bir belediye otobüsü için duraktayız. Otobüs durakları sanki bize göre hazırlanmış. Bu tüm İspanya’da böyle idi. Arkada bir çizelge, hangi otobüs nereden geçiyor belli. Size gereken otobüsü beklemek kalıyor.

Sarayda da organizasyon müthiş. Günler öncesinden biletinizi alabiliyorsunuz. İnternetten. Orada yalnızca rezervasyon kodunuzu girip biletin basılı kopyasını almak kalıyor size. Bu arada belirteyim, içerisi için bilet bulamadığımızdan, önden yalnızca bahçeyi geziyoruz. Akşam saraya bir kez daha geleceğiz. Ziyaretlerin hepsini saatinde yapmanız gerekiyor, kaçırırsanız iptal ediliyor.


Sarayın bahçesi bence otantik değil, ama çok güzel ve bakımlı. Uzun yıllar harap halde durduktan sonra yenilenmiş. Küçük bir sorunumuz var, yağmur. Bahçeyi gezerken iliklerimize kadar ıslanıyoruz. Karanlık ve kasvetli bir havada bahçenin fotoğraflarını çekmeye çalışıyoruz.

Çıkışta satış yerine giriyoruz. Bir de ne görelim, yağmurluk satılıyor! Dışarıda şortlu, parmak arası terlikli ve yağmurluk giyen insanların sırrı çözülüyor..

Bir koşu otele dönüp üstümüzü değiştiriyoruz. Bu arada öğlen yemeği zamanı geliyor, ve gözümüze hoş gelen bir lokantaya dalıyoruz. Garson İngilizce bilmese de idare etmeye çalışıyor. Tüm menü İspanyolca, sözlük yardımıyla bir şeyler seçiyoruz. Menüde giriş ve ana yemek olarak iki ayrı liste yapılmış. Bunlardan birer tane seçerseniz içecekle birlikte sabit fiyat ödüyorsunuz. Bunun dışında seçebileceğiniz diğer yemeklerin fiyatları ayrıca yazıyor. Bu tarz menüyü diğer şehirlerde de görüyoruz. Pratik bir şey.

Paella güzel, zeytinyağı soslu köz biber harika, yediğim peynir ve jambona bayılıyorum, balıklar tazecik. Porsiyonlar oldukça büyük. Kimimiz bitirmekte zorlanıyor. Kalkmamıza yakın ısmarladığımız yemekleri karıştırdığımızı ve ön sayfadaki liste dışında bir yemek söylemiş olduğumuzu fark ediyoruz. Olur böyle şeyler…

Yemekten sonra bir kent turu yapalım diyoruz. Otelden hepimize bir tane harita veriliyor. Dolayısıyla bu turun organizasyon yükünü taşıyan yeğenimin üzerine bir yük daha biniyor. Sürekli şimdi ne yapıyoruz, nereden gideceğiz diye sorup duran dört adet insan, sarayın yanındaki tepede yer alan Albaicin mahallesini görmek için yola çıkıyor. Yeğenim gezi rehberlerini sürekli sevgi ile anıyor, çok şükür bunu içinden yapıyor.

Albaicin adı verilen mahalle, Emevilerin zamanından kalma. Sonradan katolikler yerleşmiş, camileri kiliseye çevirmiş. O yüzden kiliselerin mimarileri farklı. Derler ki, o tarihten bu yana mahallenin görüntüsü pek değişmemiş. Daracık sokaklarda bulunan evler çok ilginç. Dış cepheleri çiçekler ve seramik tabaklarla bezenmiş. Bildiğimiz seramik tabaklar, evlerin cephesini rengarenk süslüyor. Bir de, bazı kapıların önünde pet şişe içinde su duruyor. Bir haberleşme aracı gibi sanki. Buradan şehrin manzarası çok güzel. Durmadan fotoğraf çekiyoruz. Bir cami görüyoruz, ama müze gibi ziyaret saatleri var, giremiyoruz.


Aşağıya doğru Teteria denen çay evleri başlıyor, biz de bir tanesine oturuyoruz. Araplar, bu çay evlerinde kendi tarzlarında çay yapıp satıyorlar. Bir televizyon programında seyrettiğim çayı önden istemiyorum. Sonra merakım ağır basıyor, ve müthiş! Bizim nane limon gibi bir şey. Taze nane ile hazırlanmış. Dokunmayacağını bilsem, bir daha söyleyeceğim. Ama artık fazlası fazla olur, geçmişten ders almak lazım.
 Hemen bu çay setinden almak istiyorum. Evde deneyeceğim. Gezerken dükkanlardan birinden Türk ezgileri duyuyoruz. Soruyoruz, sahibi bir ara Türkiye’de bulunmuş. Oradakilerin hepsi Türk olduğumuzu öğrenince bize yakınlık gösteriyor.

Akşam saraya tekrar çıkıyoruz. Gündüzki düzenden eser yok. Otobüsten inen o kadar insan, yol gösteren biri olmadığı için yanlış tarafa yürüyor. Bir bakıyoruz ki, çıkmaz sokaktayız. Herkes bir an önce kuyruğa girme derdinde, tam bir karmaşa yaşıyoruz. Neden sonra yolu buluyoruz. Ama sınırlı sayıda insan alındığı, ve içeri girme saati belli olduğu halde kuyrukta dikilip duruyoruz.

Elhamra Sarayı, temeli 1238’de atıldıktan sonra değişik Emevi hükümdarları tarafından 250 yıl içinde genişletilerek inşa edilmiş. Üç ana kısmı var. İdari personel için ayrılan bölüm, sultanın ailesiyle yaşadığı bölüm, ve sarayın ileri gelenlerinin yaşadığı bölüm. Birinci bölümün bir kısmı sonradan şapel olarak kullanılmış, restore edilmeden önce de koyun ağılı imiş. Üçüncü kısım harabe olarak duruyor. Gezilen ikinci kısım.

Buranın hemen yanında Granada’yı geri alan Kraliçe İzabel’in torunu V Charles’in yaptırdığı saray var. Hiç bitirilmemiş olan bu yapı kare şeklinde, içinde yuvarlak bir iç avlu bulunuyor.

Sarayın içi çok güzel taş işçiliği örnekleri ile dolu. Tüm odalarda “Tek galip Allah’tır” yazıyor. Bazısında duvar ve tavanda cennet bahçesine göndermeler yapan taş veya ahşap işlemeler var. Aslanlı avludaki 12 aslanlı fıskiye, sarayın en bilinen kısımlarından. Detaylar, inşaatın neden 250 yıl sürdüğünü açıkça gösteriyor. İçeriyi gün ışığında mı, yoksa özel aydınlatılmış haliyle mi gezmek daha iyidir, karar veremiyorum.

Abencerrajes holü, söylentiye göre sondan bir önceki sultanın, arkasından iş çeviren eşinin ailesini yok ettiği yermiş. Kaçarak kurtulan oğlu sonradan başa geçtiyse de, zevk içinde yaşamayı savaşmaya tercih ettiği için göz yaşlarıyla kenti terk etmek zorunda kalmış.

Burası bana Doğu Beyazıt’taki İshak Paşa Sarayını hatırlatıyor. Tamam, bu sarayın onda biri kadar bile değil, ama ben aynı şekilde etkilenmiştim. Belki de bizim insanımız yaptığı içindir, bilemem.

Saraydan aşağı yürüyerek iniyoruz. Yeşillikler içinde bir yol, havada yağmur sonrası toprak kokusu. Belki bir tek gün ışığı eksik bu keyifte, ama böylesi de ayrı güzel. İlk etabının son gecesini böyle tamamlamak çok hoş.