Salı, son günümüz. Sabah Barcelonata’da yürüyüş yapıp, Christoph Colomb’a veda edip, Miro Müzesine gidiyoruz. Miro’yu İstanbul’da da görmüştüm, ama burası farklı. Bir kere ressamı anlatan çok güzel bir film izliyoruz. Sanatsal gelişimi, hangi resimleri nasıl bir ruh haliyle yapmış, hepsi anlatılıyor. Sonra o bilgilerle müzeyi gezmek daha anlamlı oluyor. Tabi biz bu arada zamanı unutuyoruz. Halbuki sırada bu gezi için özel olarak çalışıp seçtiğim bir lokanta var. Akşam yer olmadığı için öğlen yemeğine rezervasyon yaptırmıştım.
Müzeden çıkıp koşa koşa Monjuic kalesine çıkan teleferiğe biniyoruz. Bu kale 1600’lerin ortasında, halkı düzen altında tutmak için yapılmış. Bir ara hapishane olarak kullanılmış, İspanya İç Savaşında da dönem dönem cumhuriyetçilerin ve milliyetçilerin eline geçmiş. Her iki taraf da karşıtlarını burada infaz etmiş. Naziler tarafından Franco hükümetine iade edilen Cumhuriyetçi Katalan lider Lluis Companys de 1940’ta burada öldürülmüş.
Bu kalenin bir özelliği daha var, 1790’larda Fransızlarla birlikte ilk metre prototipi çalışmasının bir ayağı burada yapılmış. Paris ile aynı meridyende olan kale, kuzey kutbu ile ekvator arasındaki mesafenin teorik olarak bulunmasında önemli rol oynamış. Metre de, bu mesafenin kırk milyonda biridir. Bir anda mühendisliğim tuttu işte.
Kaleden aşağı inerken türlü aksilikler oluyor. Şehri de tam bilmediğimiz için zamanlamayı doğru yapamıyoruz ve 14:00’deki randevumuza yarım saat kadar gecikiyoruz.
Şu saatler arası bekleniyorsunuz diye bir şey söylenmediği için önden fazla endişelenmiyorum. Arkamızdan gelecek birileri yok nasılsa. Ama küçük bir şey atlamışım, siesta!
Yolda telefon ediliyor, kaçta geleceğimiz soruluyor. Lokantaya girince de, garson tarafından kibarca azarlanıyoruz. Meğer mutfak saat 15:00 itibarı ile kapanıyormuş. Acaba bu lokantaya özgü bir durum mu, yoksa İspanyolların geleneksel ehlikeyifliği mi, bilemiyorum. Bize vakit kaybetmeden tercihimizi yapmamız söyleniyor.
Cinc Sentits lokantasını işletenler, Kanada doğumlu Katalan ve Kanadalı anne-babaları olan iki kardeş, Uzun süre Kanada’da yaşadıktan sonra Barcelona’da Katalan mutfağını yorumlayan bir lokanta açmışlar. Erkek kardeş Jordi Artal şef, kız kardeşi Amelia Artal da servisi yönetiyor. İsmi Katalanca beş duyu demekmiş.
Lokanta, altı yedi masadan oluşan, yaklaşık 30-40 kişilik bir yer. Dekor sade, ama mütevazı değil. Tamamen siyah giyinmiş garsonlar da çok ciddi. Diğer müşteriler de bizim gibi olduka rahat kıyafetler içinde. Hatta bebeği ve annesi ile gelen genç bir hanım var. Bu tuhaf bir tezat yaratıyor.
İki tadım menüsü var. Bu menüler, lokantayı seçmemde en az yemekler hakkında yapılan güzel yorumlar kadar etkili. Her zaman gittiğim yerlerde bile hangi yemeği seçsem diğerinde gözüm kalır. Bir de, herşeyden azar azar yemek benim karakterime daha uygun. Önüme koca bir tabak yemek gelse asla bitiremem, ama aynı yemeği küçük parçalar halinde sıra ile getirirseniz geriye bir şey kalmaz.
Menülerden biri daha sade, beş tabak yemek, ve ara servislerden oluşuyor. Diğerinde ise dokuz tabak yemek, ve yanlarında uygun şaraplar var. Yeğenim yemekte şarap içmek istemiyor, ve baştan o beş tabak bile ona fazla görünüyor. Yemekle arası pek iyi değildir, ve annesi ile buraya tamamen beni kırmamak için geldiklerini biliyorum
Zaten yarım saat geç kalmışız, bir de uzun menüyü seçip içeridekileri daha da asabileştirmekten korkuyoruz. Bizden hemen sonra gelen bir müşteri de, sanırım aynı nedenlerle bizim gibi yapıyor.
İlk olarak, küçük kadehlerde ılık akçaağaç şurubu, altında soğutulmuş krema, onun altında köpüklü cava sabayon ikram ediliyor. Tek dikişte içmemiz, ağzımızda bekletip tuzu dilimizde hissettikten sonra yutmamız söyleniyor. Akçaağaç şurubu, Kanada’da çok bilinen bir şurup. Bu karışım ağzımızda hoş bir tat bırakıyor.
Ardından, küçük bir tepsi içinde zeytin, domuzlu çubuk ve paprikalı badem geliyor sofraya.
Sonra iki çeşit zeytinyağı ile birlikte yememiz için üç çeşit ekmek geliyor. Zeytinyağlardan biri daha baharlı, diğeri geleneksel sızma zeytinyağı. Sade olan ekmeği almadığıma hayıflanıyorum. Çünkü zeytinyağların arasındaki fark, bu ekmekle daha güzel anlaşılıyor. En azından benim için böyle.
İlk olarak deniz tarağı, ardından uskumru ve elma geliyor. İkisini bir arada ilk defa yiyorum. Üçüncü yemek, mürekkep balığı köftesi. Mürekkep balığı, bizim bildiklerimiz gibi değil, üzeri biraz kaygan. Mürekkebi ile birlikte pişirilmiş.
Dördüncü yemekte morina var. Karamelize soğan, haşlanmış yumurta, fasulye ve pirinç ile birlikte sunuluyor. Son yemek, elma kabuğu gibi kesilmiş domuz eti. Yanında arpacık soğan, portakal ve karanfil var.
Garson her seferinde ciddi bir şekilde bize yemeği anlatıyor. Dersine çalışmadan okula gelen öğrenciler gibi dinliyoruz. Geleneksel Katalan mutfağına hakim olan biri, bu yemekleri daha detaylı değerlendirebilir. Ben tek kelime ile özetleyeyim, harika!
Tatlı olarak haşlanmış armut eşliğinde dondurmal yiyoruz. İki gün önce bayıla bayıla yediği ravioliyi bile tabağında bırakan yeğenim, bütün yemekleri bitirip annesini şaşkına çeviriyor.
Tatlıdan sonra bir defada ağzımıza atmamız söylenen bir çukulata yiyoruz. İçindeki özel sos ağzımıza akıyor. Son olarak kahvelerimizin yanında altı cins şeker geliyor. Değişik renklerde ve değişik büyüklükte taneleri olan şekerler bunlar. Kahverengi ve ince taneli olanı seçiyorum.
Kahvemizi içerken mutfak ekibi lokantayı terk ediyor. Bu lokanta öğlen birbuçuk, akşam iki saat hizmet veriyor. Seçtiğim lokantanın Michelin yıldızı olduğunu sonradan öğreniyorum. Acaba zaman konusunda bu kadar katı olmalarının nedenlerinden biri bu yıldız mı.
Lokantadan çıkarken keyfim o kadar yerinde ki, yolda gülümsüyorum. Sokakları son kez dolaşıyoruz. Dayanamayıp yolda birkaç peynir daha alıyorum. Bu peynirler ve şaraplar yüzünden havaalanına giderken canım çıkacak, henüz farkında değilim.
Akşam bavulumu toplarken ikinci İspanya yolculuğunun hayalini kurmaya başlıyorum. Daha göremediğim yerler, tadamadığım yemekler var. Futbol stadı, hayvanat bahçesi, şarapevi ve Boqueria’da bir yemek. Gitsem kimbilir daha neler bulurum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder