Sabah erkenden kalkıp tren istasyonuna gidiyoruz. Trendeki gösterge doğruysa, hızı zaman zaman 500 km/saate yaklaşıyor. 500 km civarında olan yolu 3 saatten biraz daha uzun bir zamanda bitiriyoruz. Otelimiz yine merkezi bir yerde.
Önden Mercado de San Miguel’e gidiyoruz. Burası Bercelona’daki Boqueria havasında bir yer. Ancak yoldan yeni gelmişiz, açım ve susuzum. Öyle bira, ya da şarap içecek durumda değilim. Mümkünse çay-kahve türü bir içecekle sandöviç yemek istiyorum. Birimiz sangria alıyor, tadına bakmak istiyorum. Bu halimle bana turşu suyunu hatırlatıyor. Onun dışında manzaralar çok iştah açıcı.
Bu memlekette güleryüzlü ve ilgili satıcı, garson bulmak çok zor. Yine en iyileriyle Barcelona’da karşılaşacağız. Sorduğum insanlardan cevap alamıyor, sandöviçimi su ile içmek zorunda kalıyorum.
Sonra dolaşmaya çıkıyoruz. Puerto del Sol’dan geçiyoruz. 2 Mayıs, Madrid için önemli bir gün. Fransızlara karşı başlatılan bağımsızlık savaşı kutlamaları var. Kral saraydan halka seslenecek, pek çok kişi değişik kostümlerle sokakta. Törenin başlamasına daha çok var, onun için gezmeye devam ediyoruz.
Madrid'in en önemli katedralini ziyaret ediyoruz. Santa Maria Real de la Almudena Katedrali.Katedralin yapımına 1883 yılında başlanmış, bitmesi 1993 yılına denk gelmiş. Bu inanılmaz gecikmenin en büyük nedeni Toledo başpiskoposu. Madrid ona bağlıymış, ve başpiskopos iktidarı bir türlü devretmek istememiş. İsmi, Arapça "al mudanya" dan geliyor, kale demekmiş. Söylentiye göre şehir Araplar tarafından fethedilince, İspanyollar Meryem Ananın resmini surlara gizlemiş. Geri aldığında, saklandığı kale duvarı yıkılıp resmi açığa çıkartmış. Papanın kutsadığı tek İspanyol katedrali bu.
Şehri turlamaya devam ediyoruz. Heykeller muhteşem. Binaların üzerine bile yapmışlar. Bu şehir, meydanlar, heykeller ve fıskiyeli havuzlar şehri. Tüm İspanya fıskiyeyi seviyor, ama burası başka. Retriro Parka giriyoruz. Burası turistler kadar şehir halkı için de gözde bir yer. Eskiden yalnızca kraliyet ailesinin kullanımına açık olan parkta paytonla gezebilir, ortasındaki havuzda kürek çekebilirsiniz. Biz havuz kıyısındaki basamaklara oturup günbatımının keyfini çıkartmayı tercih ediyoruz.
Akşam peynir ve şarap yiyelim diyoruz. Benim Malaga’dan denemek için aldığım şarap gayet güzel çıkıyor. Küçük şişe, ama güzel çıkmasaydı taşıma zahmetine katlandığım için pişman olurdum.
İkinci gün La Puerto del Sol ile başlıyor. “Ayı ve çilek ağacı” heykelinin fotoğrafını çekiyoruz. Çileğin ağacı mı olur demeyin, çünkü bu heykel şehrin resmi sembolü. Kaynağı bilinmiyor, ama orijinal sembolde dişi ayı ve çitlembik (melengiç) ağacı olması gerektiği düşünülüyor. Bir zamanlar Madrid’in bulunduğu yerde bol miktarda ayı ve çitlembik ağacı varmış.
Hedef, saray. Burası, Batı Avrupa’nın en büyük sarayı olarak biliniyor. 10. Yüzyılda Emevi kalesi Alcazar olarak inşa edilmiş. Şehrin içinden geçen Manzaranes nehrine Al-Magrit – su kaynağı demişler, Madrid adının da buradan geldiği söyleniyor. İspanyollar şehri geri alınca kaleyi yavaş yavaş saray haline getirmişler. 1700’lerin başında yanınca, yerine şimdiki saray inşa edilmiş.
Saray muhteşem. Velazquez, Goya gibi ünlü ressamların resimleri, freskler, porselenler, saatler, mobilyalar, hepsi çok özel. Sarayın içinde şövalye giysilerine ait özel bir yer ve zamanında eczane olarak kullanılan bir bölüm var. Kraliyet ailesi burada yaşamadığı halde sarayın hepsi ziyarete açık değil.
Lokanta listeme bakmayı çoktan bıraktığım için öğlen yemeğini önümüze gelen bir yerde yiyoruz. Bir başlangıç, bir ana yemek, bir içecek 10 euro. Buraya özel bir tabldot tarzı, değişik yemek isteyenler için de çok pratik. Benim ısmarladıklarımdan biri tavuklu idi, taşlık geldi. Böyle sürprizlere alışık değilseniz zaten dışarıda yememeniz gerek.
Yemekten sonra Prado Müzesine gidiyoruz. Bu müze, İspanyol sanatının sekiz yüz yıllık tarihini anlatıyor. 1793’te açılan Louvre Müzesi, bu tarz müzelerin ilki. Kral Ferdinand, İspanya Bonapart egemenliğinden kurtulduktan sonra 1819’da Prado Müzesini açıyor. Louvre ile aralarındaki en büyük fark, Prado’nun sarayın koleksiyonu olması. Bir müze yaratmak amacıyla değil, tamamen ailenin zevkleri doğrultusunda alınan sanat eserlerini kapsıyor.
Müze akşama kadar tüm zamanımızı alıyor. El Greco, Murillo, Goya, Velazquez, Rubens, say say bitmez ressamlar. Goya’nın Çıplak Maya’sı, Velazquez’in Kraliyet Ailesi resmi hep burada. Bazılarıyla yeni tanışıyorum. O kadar zamanda müzeyi bitiremiyoruz, en üst kattaki resimleri bir sonraki ziyarete bırakıyorum. İnşallah.
Son güne La Plaza de Espana, bir başka deyişle İspanyol Meydanında başlıyoruz. Cervantes’in taş heykeli, Don Quixote ve Sancho Panza’nın bronz heykellerine tepeden bakıyor. Bronz heykellerin yan tarafında Don Quixote’un aşık olduğu Dulciena iki ayrı yorumla gösterilmiş.
Cervantes’in heykeline oldukça yakın olan Templo de Depod’a geçiyoruz. Burada MÖ 2. yy da Amon ve İsis tanrılarına adanmış bir Mısır tapınağı var. 1960 yılında Aswan barajı yapılırken pek çok tarihi eserin taşınması gerekmiş. İspanya hükümetinin yardımlarına karşılık 1968 yılında bu tapınağı hediye etmişler. Aynı oradaki gibi doğudan batıya doğru yerleştirilmiş. Zamanında törenler için kullanan bu tapınağın üst katında yapının tarihi ve bütün olarak yapılmış maketi gösteriliyor.
Teleferiğe yöneliyoruz. Bu yolculukta, yukarıda belirttiğim tüm yerleri ve daha fazlasını tepeden görme şansımız oluyor. Kocaman kentin ortasındaki, çevresindeki yeşillikleri hayran hayran seyrediyoruz. İstanbul’da güzelim parkların, ormanların üzerine dikilen oteller, geçirilen yollar, kondurulan lüks siteler içimizi sızlatıyor.
Teleferikten inince iki arkadaş ayrılıp Plaza Mayor yakınlarında bir lokantaya gidiyoruz. Aslında benim baştan planladığım lokanta bu değildi. Ama benim gibi yüksek derecede kaybolma becerisi olan biri için şehir haritasında bulunmayan bir yere gitmenin riski fazla. Ya araba kiralanacak, ya da taksicinin insafına kalınacak. İki durum da çekici gelmediği için bağrıma taş basıp B planına geçmek zorunda kaldım. B planı, Botin Lokantası. Turistler dışında pek müşterisi yok, ama yine de kalabalık bir yer. Kuruluş yılı 1725. Dünyanın en eski lokantası olarak Guinness Rekorlar kitabına geçmiş. Dört katlı, en alt katı mahzen. En popüler yemekleri kızarmış domuz, ya da kuzu. Yanına bir salata ve güzel bir şarapla hoş bir yemek oluyor.
Yemekten sonra Plaza Mayor’u dolaşıyoruz. Burası tamamen turistik bir yer. Dükkanlar, lokantalar, kafeler hep ona göre. Renkli, gezilesi bir yer. Matador kıyafetleri, flamenko elbiseleri, afişler, kartpostallar falan derken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz.
Madrid’deki son saatlerimizi Reina Sofia Müzesine ayırıyoruz. Buradaki en önemli tablo Guernica. Picasso’nun İspanyol iç savaşını anlatan bu resmi beni çarpıyor. Resimlerini, hatta İstanbul’daki sergide zannedersem halı üzerine bir kopyasını gördüğüm halde aslı beni adeta büyülüyor. Önünden ayrılmam için bizimkilerin beni dürtmesi gerekiyor. Bu arada Picasso’nun tabloyu yapmadan önce çok uzun bir süre eskizlerle çalıştığını fark ediyoruz. Her figürün belki 25-30 tane ön çalışması var. Resimleri bitirdikten sonra hoş bir sürprizle karşılaşıyoruz. Tesadüfen, 1940’lı yıllardaki Avrupa fotoğrafçılarının sergisi çıkıyor karşımıza. Önemli sanatçıların güzel fotoğraflarıyla tanışıyoruz.
Son akşam gittiğimiz lokantada garson, İspanyolca bilmediğimizi belki on defa söylediğimiz halde bizimle kendi dilinde konuşmakta ısrar ediyor. Nerede bizim garsonlarımız, nerede bunlar. Nazik de değiller, ne dediklerini anlamayınca iyice sinir oluyoruz. Öğrendiğimiz iki kelime İspanyolca ile şarap, kalamar ve balık istiyoruz. Neyse ki yemek güzel, bir de o yönden bir sıkıntı yaşamıyoruz.
Madrid, büyük caddeler, meydanlar, heykeller, havuzlar ve fıskiyeler şehri. Bence Paris’I seven, burayı da sever. Bir de, şehrin her tarafında El Corte Ingles mağazalarını hatırlayacağım. Adım başı, neredeyse her meydanda bir tane var. Bir yeri aklınızda tutmak için sakın bu mağazayı işaret noktası olarak almayın, nevriniz döner.
İspanya’ya bir daha gelirsem yine bir iki günümü Madrid’e ayırmak isterim. Lokantalarını, parklarını daha sakin bir şekilde gezmek iyi olur. Burası güzel bir şehir, hakkını vermek lazım. Bu sefer gidemediğim lokantanın yerini iyice öğrenip artık araba mı kiralanır, taksi mi tutulur, ona şimdiden karar vermek gereksiz. Değil mi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder