21 Mayıs 2011 Cumartesi

BARCELONA - 2

Cumartesi güne Casa Batllo ile başlıyoruz. Gaudi'nin bir başka eseri. Apartman sahibi aile, ilk katı kendine ayırmış. Diğer katlar ikişer daireli, kiraya verilmek üzere tasarlanmış. Bu apartmanın takma isimleri “Esneyen Ev”, ve “Kemikli Ev”. Kolonlar iskeleti çağrıştırıyor. Işığı orantılı olarak alabilmek için pencereler aşağıya doğru büyütülmüş. Binanın kıvrımları size denizi çağrıştırıyor. Gaudi, kapı kollarından koltuklara kadar her detayı kendisi tasarlamış. İnanamıyorsunuz.
Oradan çıkıp La Pedreraya geçelim diyoruz, inanılmaz kuyruk bizi vazgeçiriyor. Madem öyle, biz de Picasso Müzesine girelim diyoruz. Bu, İstanbul dahil gezdiğim yedinci Picasso, en az bundan etkilendiğimi söyleyebilirim. Barcelona’da bir de Picasso Müzesi olsun diye açılmış sanki. Müzeden çıkıp kendimizi Rambla’da alışverişin şefkatli kollarına bırakıyoruz.

Akşam yemeği için Rambla’da bir tapas lokantasına giriyoruz. Kalamar, peynir, yanına bira. Burada her seferinde bira, sangria ya da şarap, hangisini seçeceğimi bilemiyorum. Biraları ve şarapları güzel, sangria da değişik bir içecek. Başka yerde pek içme şansı yok.

Pazar gününü Dali’ye ayırıyoruz. Geçen haftadan tecrübeliyiz, bugün her yer kapalı. Erkenden trene binip Figueres’e doğru yola çıkıyoruz. Burası küçük bir kasaba. Dali sayesinde insanlar akın akın geliyor. O küçücük yerde oteller, dükkanlar, her şey var. Çünkü Dali buradaki tiyatro binasını müze yapmaya karar vermiş. 1970’lerin başında açılmış. Resimden heykele, mücevherden oda tasarımına kadar pek çok değişik eser, Dali’nin yorumuyla müzede.

Müzeye girmeden önce bir gösteri ile karşılaşıyoruz. Yanlış anlamadıysam Saint Georges günü kutlanıyor. Daha çok çocuklar var, bizim 23 Nisan gösterilerini andırıyor.

İspanyolların geç yemek yeme alışkanlığı burada işimize yarıyor. Tam da onların yemek saatinde, saat ikide lokantadayız. Ben önden zeytinli ançüez söylüyorum. Yediğimiz pizza harika. Küçücük lokantaların hepsi dolu, ve sanırım hepsi güzel.

Akşamüstü Sagrada Familia’ya gidelim diyoruz. Ama Saint Georges günü nedeniyle din adamları bazilikayı kapatmış. Ne şans. Dışarıdan bakmakla yetiniyoruz.

Akşam Barcelona-Espanyol maçı var. Madrid’i yazarken atladığım bir konu bu. İki hafta İspanya’dayız, o dönemlerde Barcelona ve Real Madrid tam dört kere karşılaşıyor. Bir keresinde bile aynı şehirde olmayı beceremiyoruz. Maça gitmeyi aklımdan bile geçirmiyorum, çünkü biletler karaborsa. Ama stada yakın bir yerden maçı seyredip, sonra da Barcelona taraftarları ile birlikte zaferin tadını çıkartmak isterdim doğrusu. Bu maçı da ancak televizyondan seyredebiliyoruz, biletler karaborsada 200 €. Real Madrid biletleri kaç para idi, tahmin edemiyorum.

Barcelona’nın UEFA kupası finaline çıkmaya hak kazandığı maç sırasında da Madrid’deydik. Barcelona’yı tuttuğumuz için otelde oturup seyretmeyi tercih ettik. Maç sonrası biz sevinirken dışarıda derin bir sessizlik vardı. Türkiye’de bizim takım neredeyse küme düşecek hale gelmişken ne yapalım, böyle başkalarının zaferleri ile avunuyoruz işte.

Pazartesi günü yine Gaudi’nin bir eseri olan Casa Mila, diğer adı La Pedrera’yı geziyoruz. Mila ailesi, zamanın en pahalı ve prestijli mimarına bir ev yaptırtmak istemiş. Ortaya bir anıt çıkmış. Şu an bir finans kurumunun mülkiyetinde, üst katta mimarın tüm eserleri tanıtılıyor. Eserlerinde doğadaki değişik canlılardan esinlenmiş, tasarımlarında onların iskelet yapısından yararlanmış. Bu sayede süngerin de bir iskeleti olduğunu öğreniyorum.

Öğlen yemeği için rastgele bir yere giriyoruz. Sıradan bir lokanta olmasına rağmen yediklerimizden memnun kalıyoruz. Yemekten sonra alışveriş listemizi tamamlamaya girişiyoruz.

Başta Boqueria var. Geziye çıkmadan önce çalıştığım peynir listesine göre peynir ve jambon alıyoruz. Oradan Cacao Sampaka’ya geçiyoruz. Burası kocaman bir çikolatacı. Döndükten sonra tek güzel çikolata mağazasının burası olmadığını öğreneceğim, ama memnun mesut alışveriş yapıyoruz. Likörlü çikolatalara bayılırım. Portakallı, bademli, naneli, hindistan cevizli derken gözümüz dönüyor. Bir tek biberli çikolatanın tadı tuhaf geliyor. Beyaz çikolataya bakmıyorum bile. Kakaosuz bir şeye nasıl çikolata denebiliyor, anlamış değilim zaten.

Oradan büyük bir şarküteriye geçiyoruz. Dükkanın arkası şarap satış yeri. Kocaman yerde aradığım şarapları bulmakta zorlanıyorum. Satış elemanı her seferinde eliyle koymuş gibi bulunca sinirlerim bozuluyor. Eh, birkaç yüz üreticinin şarabını Türkiye’dekilerle kıyaslamak anlamsız. O kadar şarabın içinden bavula sığabilecek kadarını seçmek epey zamanımı alıyor.

Akşamüstü Sagrada Familia için şansımızı bir kez daha deniyoruz. İçine girince tutulup kalıyoruz. Gaudi, “benim müşterimin acelesi yok” diyerek hayatının 40 yılını bu bazilikaya adamış. Buraya ya bayılırsınız, ya da nefret edersiniz. İkisinin ortası olamaz. Bence mimari bir anıt, tek kötü yanı senelerdir inşaatının devam ediyor olması. 1882’de başlamış, 2030’da bitmesi planlanıyor. İnsanlar her halükarda geliyor, onlar da yavaş yavaş yapıyorlar inşaatı.

Gece öylesine otururken yeğenim birden zıplıyor. Bu akşam Font Magica de Montjuic’deki fıskiye ve lazer gösterini seyretmek için son şansımız. Sonraki gösteride biz burada olmayacağız artık. Koşarak metroya biniyor, gösterinin ilk dakikalarında nefes nefese yukarıya çıkıyoruz. Müzik eşliğinde yapılan çok hoş bir gösteri bu. Haftanın belirli günlerinde yapılıyor, ve biz uygun olan son günün son gösterisine son dakikada yetişiyoruz. Dönüşte de son metro ile eve dönmeyi başarıyoruz. İstasyonda bir biz varız, bir adam bizi takip ediyor. Önden huylanıyoruz, sonradan adamın metro görevlisi olduğunu fark ediyoruz. Arkamızdan istasyonun kapısını kilitliyor. Her yönüyle bir son dakika golü oluyor bu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder