29 Eylül 2011 Perşembe

BOZCAADA


Uzaklardan bir ses duyuyorum. Telefonumdan geliyor. Saate bakıyorum ve gözlerime inanamıyorum! Otobüsün kalkmasına 10 dakika kalmış, telefonum bana onu haber veriyor. Normalde bu saatte evden çıkmam gerekir, ben yeni uyanmışım ve salak salak çalmayan saate bakıyorum.

Sabahları mutlaka yapmak istediğim şeyler vardır. Kahvaltı edilecek, bavula konacak şeyler son bir kez kontrol edilecek… Bu gibi şeyler için uykumdan fedakarlık etmeye razıyımdır, yeter ki rahat hareket edeyim. Şimdi ise, tutulmuş gibi duruyorum. Hemen arkadaşımı arıyorum, o beni toparlıyor. 

“Hemen evden çık, ben otobüsü bekletiyorum.”

Beş dakika içinde evden çıkıp otobüse doğru koşmaya başlıyorum. Neyse ki otobüs de gecikmiş, beni beklemiyorlar bile. Hazırlanma faslını otobüste bitiriyorum, ve ilk molaya kadar beş dakikada bir “vay be, nasıl yetiştim” diye diye arkadaşımın içine fenalıklar getiriyorum.

Gökçeada’yla kıyaslarsak, Bozcaada’ya gitmek çok daha kolay. Bir kere ta Çanakkale’ye kadar gitmiyorsunuz. Son zamanlarda meşhur olan Geyikli kasabasından feribota binince 40 dakika sonra adadasınız. Karşıyaka’dan ayrılış saatimize 7:30 dersek, bir ihtiyaç molası da vererek 11:50’de Geyikli’ye geliyoruz. Ne güzel! Biz 13:00 feribotu ile gitmeyi planlarken bir saat önce adaya varacağız. Kalsaydık bile iskelenin yanında güzel yerler var. Denize girilebilir, oturup bir şeyler yenip içilebilir. Tek bir yere muhtaç değil kimse burada.

Feribot bizim Bostanlı-Üçkuyular vapuruna benziyor. Süre de yakın, dolayısıyla fazla daralmadan adaya iniyoruz. Koca otobüsümüzle ada sokaklarını alt üst ediyoruz. Şükrü Usta’da ilk yemeğimizi yiyoruz. Burası tencere yemeği yapan bir lokanta. Yemekler hiç fena değil. Bazı yol arkadaşlarımız dışarıda yer bulamayınca, üst katta oturmak için merdivenlere hamle yapıyor. Ancak garsonun müdahalesiyle karşılaşıyor.

“Önce alt katı doldurun, üst kat sonra.”

Kuzu kuzu gelip yanımıza oturuyorlar. Sonradan anlıyoruz ki garson yalnız. Üst kattakilerin servisi biraz gecikiyor. O nedenle üst katta oturmak son tercih olsun istiyor. Yemekten sonra Çınaraltında oturup bir kahve içiyoruz. Kahve güzel, ama bizim Alsancak pastaneleri fiyatında. O kadar söyleyeyim, yeter herhalde.

Kaleyi geziyoruz. İlk olarak Venedikliler tarafından yapılmış, Fatih adayı aldığında elden geçirmiş. II Mahmut zamanında da cezaevi olarak kullanılmadan önce genişletilmiş. Kalenin içinde küçücük bir açık sergi var. Müslüman ve hristiyan mezar taşları, denizden çıkarılan bazı gereçler sergilenmekte.

Bu ada Gökçeada’dan çok farklı. Bir kere ta baştan beri bir Türk nüfus varmış adada. Şu an eski Rum mahallesinde de Türkler oturuyor daha çok, ama gelenekler bozulmamış. Gökçeada’daki gibi adanın içinde küçük Anadolu kasabaları-köyleri kurulmamış. Burada adalılar var. 

Kaleyi gezdikten sonra sokakları gezmeye başlıyoruz. Dolaşmak için 7-8 sokak bir yana, yine bir o kadar da dikine gittiniz mi iş bitiyor. Evler Midilli’deki gibi. Alt kat kagir, üst kat ahşap. Daracık sokaklar, pencerelerden sarkan çiçeklerle renklenmiş.

Cumhuriyet Mahallesinde yer alan kilisenin çevresini dolanabiliyoruz ancak. Pazar sabahları hariç kapalı. Burası eski Rum mahallesiymiş. Arkasından “Yerel Tarih Araştırma Merkezi” diye adlandırılan müzeye giriyoruz. Müzede Bozcaada ile ilgili türlü eşya, evrak, kartpostal, fotoğraf türü şeyler sergileniyor. Eski resimlerde şu an var olmayan yel değirmenleri görünüyor. Müzeyi açan kişi ada sevdalısı bir İstanbullu. Burada yaşamış anılmaya değer kişilerin yaşam öyküleri de var.

Buluşma anı yaklaşınca meydana iniyoruz. Adayı gezerken duymaya başladığımız davul zurna sesinin kaynağını orada görüyoruz. Düğün var, damat traş oluyor. Artık “bıçak kesmiyor” diye mi, yoksa keyiften mi anlamadım, damadın yüzü köpük içinde. Traş bir türlü başlamıyor. Arkadaşları dans ediyor, millet fotoğraf çekiyor, damat yüzü köpüklü, sandalyede oturuyor. Bakmaktan sıkılıp adanın meşhur Gelincik şerbetini içmek için bir yere oturuyoruz. Şerbet hem soğuk hem sıcak içilebiliyor. Ben soğuğu tercik ediyorum. Ayrıca reçeli, lokumu ve sabunu da satılıyor. Şerbetin kuvvetli bir kokusu yok. Evde yaparken söylenenden biraz daha fazla koyuyorum, bu kez de fazla tatlı oluyor.

Koşa koşa otelimize gidip denize giriyoruz. Gökçedada’da kulağım problemli olduğu için denize girememiştim. Bu kez ne olursa olsun gireceğim. Deniz dalgalı, ama söylenildiği gibi soğuk değil. Yalnız, güneş batmak üzere ve hava rüzgarlı. Yemin etsem başım ağrımaz denilecek kadar duruyorum denizde. Sonra güneşte oturup ısınmaya çalışıyorum.

Akşam yemeği açık büfe. Ben yine salatalara yöneliyorum. Adaya özel bir yemek yok, ama fena da diyemem doğrusu. Orta diyelim. Salatadan doğru tatlıya geçiyorum. Üzümler adanın, ve güzel.

Yemekten sonra adaya geri dönüyoruz. Sokakları dolaşırken arkadaşlarımızla karşılaşıyoruz. Bütün bir yaz görüşemediğimiz İzmirli arkadaşlarımızla memnun mesut sohbet ederken adanın meşhur lokantalarını öğreniyoruz. Salkım ve Battıbalık. Kesin bir daha gelinecek. Ama Temmuz Ağustos aylarında denenmemesi gerektiğini, içecek su bile bulamayacağımızı anlatıyorlar bize. Şu an adanın son demleri yaşanıyor. Bazı sokaklar hala cıvıl cıvıl, ama bazıları dükkanları kapanmış bile.

Alaybey Camiini ziyaret etme girişiminde bulunuyoruz. Geç kaldığımızdan olsa gerek, ancak avlusunu gezebiliyoruz. Burada değişik dönemlerden kalma mezarlar var. Bir tanesi de Kemal Derviş’in büyük dedesi Sadrazam Halil Hamid Paşa. Başsız vücudu bu camide gömülü. Başını Abdülhamid’e götürmüşler.

Sabah kahvaltımızı edip yola çıkıyoruz. Hava o kadar rüzgarlı ki, dışarıda oturabilmek için kuytu bir köşe arıyoruz. Eh, tabi durum böyle olunca öğleye doğru denize girme fikrine pek itibar edilmiyor.

Önden Ayazma’ya uğruyoruz. Yolda harika manzaralar, denize girilebilecek küçük kumsallar görüyoruz. Hava rüzgarlı, kimsede deniz hevesi yok. Ayazma, eski bir manastır. Her yıl 25-27 Temmuz arası burada panayır yapılıyormuş. Şu an itibarı ile terk edilmiş görünüyor.


Plajına geldiğimizde tur yöneticimiz iki saatlik bir mola vermemizi öneriyor. Denize girme molası. Herkes bir ağızdan bağırıyor:


“Bir buçuk saat olsun!”

Aşağıya inip kumsalda yürüyelim diyoruz. O da ne! Rüzgarsız, harika bir hava. Deniz çarşaf gibi ve ılık. İçimize mayolarımızı giymediğimize bin pişman, ayaklarımızı suya sokmakla yetiniyoruz. Ben bu tecrübeyi Cunda adasında da yaşamıştım, hiç akıllanmıyorum. Adanın bir tarafı o kadar rüzgarlıydı ki, kumsalda durulmuyordu. Diğer tarafta da deniz muhteşemdi. Denize giremedik, yazık oldu. İşin komiği, kumsala inmeyenler bu güzel denizin farkına bile varmadan yola devam ettiler.

Rüzgar güllerini ziyaret ediyoruz. İlk defa bu kadar yakınlarında duruyorum. Kocamanlar. Garip bir ses çıkarıyorlar. Sanki yanınızda kocaman bir vantilatör çalışıyormuş gibi, sürekli bir vınlama duyuyoruz. Bu ses de kuşları ürkütüyormuş. Doğanın dengesini bozmadan elektrik üretmek mümkün değil galiba. Şahsen, ne zaman patlayacağı belli olmayan bir nükleer santral yerine kuşları ürkütmeyi tercih ederim. Elektrikten vaz geçemeyeceğimize göre…

Yolda irili ufaklı bağlar görüyoruz. Adaya has üzümler, kuntra ve karalahna yanında daha bilinen merlot gibi üzümler de yetiştiriliyor. Yanlarındaki bağ evlerinden bir kısmı mütevazılıktan uzaklaşmış olsa da köşk havasında değil. Belki küçük yazlık evler olarak adlandırılabilirler. Ben bu adayı sevdim, laf ettirmem.  

Merkeze geri dönüyoruz ve Çamlıbağ şaraplarını ziyaret edip beğendiklerimizi alıyoruz. Gelincik şerbeti ve gelincik lokumu da alıp deniz kenarındaki balıkçılardan birine gidiyoruz. Deniz fasulyesi, kaya koruğu, susam otu, deniz börülcesi, taze nane, maydanoz ve nardan yapılmış bir salata geliyor önümüze. Deniz çipurası ile bir güzel yiyoruz. Otlar taze, balık taze. Daha ne isteyelim artık.

Dönüş yolunda, buraya bir dahaki ziyaretimizi Nisan sonu Mayıs başında yapmayı planlıyoruz. Dağ taş gelincik kaplı olurmuş. Muhteşem bir manzara. Umarım o mevsimde Çeşme gibi değildir de, kendimizi terk edilmiş bir şehrin sokaklarında dolaşıyor gibi hissetmeyiz.

21 Eylül 2011 Çarşamba

ESKİŞEHİR - BEYPAZARI - 4

Sabah erkenden yola çıkıyoruz. Önden Nallıhan’a uğruyoruz. Buraları Beypazarı örneğini gördükten sonra eski ahşap evlerini bozmamış. Sonraki durak Mudurnu. İtfaiye Meydanında sağdan direksiyonlu bir itfaiye arabası sergileniyor. 1993 yılına kadar kullanılmış, 2009 yılında da orijinal haliyle sergiye konmuş.


Güzel ahşap evlerin arasında dolaşarak Yıldırım Beyazıd Camiini geziyoruz. Eski külliyeden geriye cami ve hamam kalmış. Yapının inşa tarihi belli olmasa, kitabedeki yazıya göre Yıldırım Beyazıd’ın burayı sultan oldukan sonra yaptırdığını düşüneceğiz. Belki henüz şehzade iken padişahlık hayalleri kuruyordu. Tepedeki Saat Kulesine bakıyor, yemyeşil çay bahçesinde oturup bir kahve içiyoruz.


Son durak Göynük. Burada da tarihi doku bozulmamış. Sanki zaman makinasına binmiş, önceki asra geçmişiz. Zaten burayı da gördükten sonra hiç bir kasabayı beğenmiyorum artık. Sakarya Meydan Savaşı anısına yapılan Zafer Kulesine bakıyoruz.


Gazi Süleyman Paşa Camii Osman Gazi’nin oğlu Şehzade Gazi Süleyman Paşa tarafından külliye olarak yaptırılmış. Geliboluyu fetheden Gazi Süleymen Paşa, genç yaşta bir av kazasında ölmüş. Fatih’in hocası Akşemseddin’in türbesi de burada. Hoca, İstanbul’da gördüğü ilgiden sıkılıp buraya yerleşmiş.

Öğlen yemeğimizi Paşazade’de yiyoruz. Önden etli yaprak sarma ve iri fasulye piyazı yiyoruz. Üzerine de mantı. Mantı iki çeşit. Biri bizim bildiğimize yakın, diğeri de keşli cevizli mantı. Mantının içinde kıyma yerine ceviz var. Tattım, ama normal mantı yedim. Belki bir daha sefere.

Yemekten sonra etrafta dolanırken bir dükkan görüyoruz. Tarhana, erişte, türlü reçeller ve ballar. Midilli’den aldığım ama henüz açamadığım zeytin reçeli ile burada karşılaşınca şaşırıyorum. Dükkan sahibi, aynı kestane reçeli diyor. Demek ki kestane reçeli de bulunacak ve yenilecek. Önden şu zeytin reçelini açayım da…

Buğday çiminden yapılan uğut alıyoruz. Almadan önce tadına bakıyorum. Çünkü çok yararlı diye aldığım keçiboynuzu pekmezini bitirinceye kadar canım çıkmıştı. Aynı duruma düşmek istemiyorum. Tadı tahin-pekmez gibi. Orta boy bir kavanoz alıyorum, bizde tahin-pekmez yenir. Sonradan üzerini okuyunca biraz bozulacağım. Açıldıktan sonra 10 gün içinde tüketilmesi gerekiyormuş. Bilmiyorum artık. Açınca göreceğiz.

Yolumuza Taraklı üzerinden devam edeceğiz dediklerinde bu kadarı aklıma gelmemişti. Gemlik’e kadar çıktık! Eh, buralara kadar gelmişken İznik’in içinden geçelim diyoruz. Meşhur İznik çinilerinin yapıldığı yer. Hristiyan dünyası için önemli. İncilin kabul edildiği İznik Konsülleri burada yapılmış. Kasaba, diğerlerinden farksız, kişiliksiz apartmanlarla dolu. Ama ucundan kıyısından harabeleri görüyor, en kısa zamanda buraya gelme hayalini kuruyoruz. Yalnız buraları bilen birileriyle.

20 Eylül 2011 Salı

ESKİŞEHİR - BEYPAZARI - 3

Ertesi sabah erkenden Beypazarı’na doğru yola çıkıyoruz. Oldukça virajlı yollardan geçerek Nallıhan Kuşcenneti’ne geliyoruz. İsmi için Nallıhan Belediyesi sürekli savaş veriyor. Her tarafta olduğu gibi burada da bir sahiplenme kavgası var.Tabi mevsim gereği burası bataklık görünümünde.

Yol o kadar virajlı ki, her yerde olur olmaz şekilde uyumam işe yarıyor, yolda diğerleri gibi içim dışıma çıkmıyor. Beypazarı’na öğlen saati varıyoruz. Şöyle bir etrafa bakınıp hemen yemek yeme derdindeyiz. Ahşap minareli camiye gözümüz takılıyor, ama gözlemecilere, lokantalara daha bir alıcı gözle bakıyoruz.

Tarihi Taş Mektep binasına açılan lokantaya giriyoruz. Altı kişi olmanın avantajıyla ortaya önden sarma, ve çorba söylüyoruz. Sıcak havalarda çorba içmem, ama tadına bakmayı ihmal etmiyorum. Buralarda yediğimizden biraz farklı. Sarması güzel. Hepimiz birer kavurma söylüyoruz. Sağlık merakı yüzünden kavurma sıvı yağda yapılmış. Şahsen daha az miktarda ama adam gibi yağda yapılmışını tercih ederim, ama sesimi çıkartmıyorum.



Tatlı olarak höşmelim ve 80 katlı baklava söylüyoruz. Höşmelim, bizim bildiğimiz Balıkesir höşmerim tatlısı değil. O peynirle yapılır, bu daha çok irmik tatlısı gibi bir şey. Baklava biraz ağır geliyor. Akşam yediğimiz baklava olmasa, burada böyle yapılıyor diyeceğiz, ama bu tatlı ağır geliyor bize.

Sultan Alaattin Camii, buranın en önemli camii. Kapısında 1221-1225 tarihleri yazıyor. Mimari özelliklerine göre daha sonraki yıllara ait olduğu söyleniyor, ama bence Osmanlı camilerinden en büyük farkı kubbesiz oluşu. Tavan ahşap işçiliği de güzel. Bahçesindeki çınar ağacının camiyle yaşıt olduğu söyleniyor.



Yaşayan Müze değişik. Girişte ebru yapan bir kız var. İsteyenlere bir ebru yaptırıyor. O kadar asık suratlı ki, bir de ben deneyeyim diyemiyorum. Evde eski zaman yaşantısı canlandırılmış. Beypazarı’na ilk defa gelen biri görmeli diye düşünüyorum. Bahçesinde oturup güzel bir kahve içiyor, çıkışta satılan hediyelik eşyalara bakıyoruz.

İlçeyi turlamaya çıktığımızda, iyi ki İzmir den bu kadar uzaktayız diye düşünmeden edemiyorum. Yoksa ben yol uzun, nasıl taşırım derdine düşmeden neler alırdım neler. Tarhanalar, erişteler, kurutulmuş sebzeler, muhtelif baharat, sabunlar… Beypazarı kurusu dedikleri şey, bir cins galeta. Bir kaç torba kuru alınca çantada yer kalmıyor zaten. Bir de tarhana alıyorum, kışın çorba içmeden duramam. Gerisi kalıyor. Bir de bölgenin telkarisi meşhur. Takılara dayanamam, neyse ki bir kolye ucuyla atlatıyorum.

Günbatımına yakın Hıdırlık tepesine çıkıyoruz. Buradan tüm Beypazarı’nı görmek mümkün. Ege’de tren kaçtı, buradakiler biraz şans ve biraz akılla olayı çözmüşler. Eski Beypazarı dediğimiz zaten birkaç sokak. Bunu bozmamışlar, yeni evleri biraz öteye yapmışlar. Hem apartmanlar daha havadar bir yerde, hem de bölgenin dokusu bozulmamış. Buraları gördükten sonra, birbirinin aynısı apartmanlarla dolu Ege kasabalarını daha bir beğenmez oluyorum.

Akşam yemeği için Bağ Evi’ne gidiyoruz. Burası bir aile işletmesi. Yemekleri muhteşem değil, ama mesela baklavası öğlen yediğimizden güzel. Eğlenceli bir gösteri eşliğinde yenilen yemek nedeniyle tercih edilen bir yer. İşletme sahibi tüm masalara tek tek hoş geldiniz diyor. İki yüz yıldır ailesine ait olan bu evde, yine ailesiyle birlikte eski gelenekleri yaşatıyor. Konuşmasını dinlerken düşünüyorum, Beypazarlılar akıllı insanlar. Ailede tek oğlan varsa, düğün takısı dertleri yok. Damadın annesi kendi düğününde takılanları geline devrediyor. Bağevi sahibi, bu şekilde babaannesinin takılarının önce annesine, sonra da gelinlerine geçtiğini anlatıyor bize. Çocuklarının sünnet düğününü de aileden birinin düğününe denk getirirlermiş. Bir masrafla iki düğünü aradan çıkarırlarmış. 


85 yaşındaki dede önce şarkı söylüyor, sonra da oğluyla birlikte oyun oynuyor. Her türküyü söylemeden önce de hikayesini anlatıyorlar. Kına gecesini canlandırmak için de gruptaki genç kızları çağırıyor, onları da bu gösteriye dahil ediyorlar. Biz de bu eğlenceyi izlerken önden tarhana çorbası, sonra sarma ve güveç, ardından höşmelim ve baklavadan oluşan yemeğimizi yiyor, bol bol fotoğraf çekiyoruz.



ANTİK YUNANDA YARIŞMAK

Sevgili Arkadaşım Vladimir, ki kendisi bu blogu açmam için beni yüreklendiren kişidir, beni mimlemiş. Varsın benim konularımla alakası olmasın, kendisine cevap vermek boynumun borcu. :)

"Bir günlüğüne ruhum aynı kalmak koşulu ile erkek olsaydım ne yapardım?"

Erkek olsaydım diye düşündüğüm anlar genelde mesleğimle ilgili konularda. Ben yine bir gezi sırasında dinlediğim bir olaydan yola çıkarak bu iş muhabbetinden kurtulmak istiyorum.

Bir günlüğüne erkek olsam, zaman yolculuğuna çıkar, yıllar önce Olimpia'da olimpiyatlarda yarışan bir erkek çocuğu olurdum. O dönemde yarışçılar o denli prestijliymişler ki, kazananların memleketlerine heykeller dikilirmiş. Yaşadığı kent mükafatlandırılırmış. Bu olimpiyatlara gelen sporculara dokunulmazmış. Hatta söylenildiğine göre o yıl bir kaç ay öncesinden tüm savaşlar dururmuş.

Yaşım onyedi. Babam şampiyon, dedem şampiyon. Kadınlar, kölelerle birlikte yarışamayanlar statüsünde. Bırakın yarışmayı, seyretmeleri bile yasak. Annem, tuttuğunu koparan bir kadın. Bir yolunu bulsa yarışacak. Ama bunu düşünmesi bile yasak. Yalnız dediğim gibi, kafasına koyduğunu yapar o. Karar vermiş, beni seyredecek. Yarışmacılar ve seyirciler çıplak olmak zorunda. Bir tek yarışmacı hocalarının giyinik olmasına izin var. Kılık değiştirip hocaların arasına karışıyor. Önden herşey yolunda. Ama ben şampiyon olunca kendinden geçiyor, ve kim olduğu açığa çıkıyor.

Şampiyonluk sevincini yaşayamıyorum bile. Yüreğim ağzımda. Olimpiyat stadına girme cüretinde bulunan kadınlara verilen ceza, hemen oracıkta bulunan uçurumdan aşağı itilmek. Annemi de oraya götürüyorlar. Çığlıklar atmaya başlıyorum. 

Ben ödül falan istemiyorum, annemi öldürmeyin, yeter! 

Annemin yanındaki görevliler duraklıyor. Bir şampiyon annesi, bir şampiyon eşi ve bir şampiyon kızı olan annemi herkes tanıyor. Biliyorlar ki izin verseler, zamanında o da bir şampiyon olabilirdi. Bu duraklamadan güç alıp tekrar bağırıyorum. 

Bir şeyler yapın! Annemin yaşaması için bir şeyler yapın!


Önce dedem yaklaşıyor anneme. Sonra babam. Dokunmadan, öylece bakıyorlar. Annemin başı dik. Doğrudan gözlerine bakıyor ikisinin. O gözlerde dedem kaldırdığı diski görüyor. Onu atışını, yakınlarının sevinç çığlıklarını duyuyor. Babam yarışın son anlarını hissediyor o bakışlarda.  Son iki hamlede rakibinin nasıl önüne geçtiğini ve yarışı nasıl kazandığını tekrar yaşıyor. Baba, ve eş. İki şampiyon, yöneticilerin önünde diz çöküyor. Annemi bize bağışlamaları için yalvarıyor. 


Yöneticiler şaşkın. Bir tarafta kurallar, bir tarafta iki şampiyon. Ne yapacaklarını bilmeden öylece duruyorlar. Neyse ki duruma müdahale eden çıkmıyor. Belki o anda birisi "Ne duruyorsunuz?" diye bağırsa her şey bambaşka olacaktı. Bir süre sonra heyet yumuşuyor. Annemi serbest bırakıyorlar.

Yanına gidip annemin gözlerine bir de ben bakıyorum. İşaretin verilmesi ile koşmaya başlıyorum. Önden ortalarda kalmayı yeğliyorum. Nefesini kontrollu kullan diyen babamın sesi kulaklarımda. Derken yavaş yavaş öne geçiyorum. Son metrelerde yanımdaki ile sıkı bir savaş oluyor aramızda. Ha gayret diyorum kendime, ve öne atılyorum. Yarış bitti. Evet, şimdi şampiyonum! Başardım!

O günden sonra olimpiyat stadına giren herkesin -hocalar dahil- tamamen çıplak olması hükmü getiriliyor.


15 Eylül 2011 Perşembe

ESKİŞEHİR - BEYPAZARI - 2






Ertesi sabah Odunpazarı’na doğru yola çıkıyoruz. İlk durağımız Kurşunlu Külliyesi. Kervansaray Mimar Sinan tarafından yapılmış, diğer yapıların mimari bilinmiyor. Uzun yıllar Mevlevihane olarak kullanılan bu külliyenin camii Yavuz Sultan Selim zamanında yaptırılmış. Cami ve biraz aşağıda yer alan Osmanlı Evi kapalı, gezemiyoruz. Bu eski semtin sokaklarında dolaşıp eski evleri inceliyoruz.

Ne yapalım, biz de Atlıhan Çarşısında Eskişehir’in simgesi olan lületaşından yapılan eşyalara bakıyoruz. Canlı, sevimli bir yer olmuş burası. Daha sonra Türkiye’nin ilk Cam Sanatları Müzesine geçiyoruz, çok şükür burası açık!


Müze çok güzel, Anadolu Üniversitesi öğrencileri ve konuk sanatçıların cam eserleri sergileniyor. Müzede aynı zamanda Cumhuriyet kadınlarını gösteren bir fotoğraf sergisi de var. Türk kadın milletvekilleri, Eskişehir ailelerinin kadınları burada.


Sonraki durağımız Kentpark. Yemyeşil bir alan içinde göletler, yapay plaj, yüzme havuzları, oyun alanları, çocuklar için at binme yeri var. Özenerek hazırlanmış bir yer, biz de özenerek geziyoruz. Parkın içinde yiyoruz yemeğimizi. Buranın en meşhur yemeği çibörek. Çiğbörek denmesini istemiyorlar, bu geleneksel Kırım Tatar yemeğinin adı şırbörek, şuberek, çuberek isimlerinden türetilmiş. Böreğin içindeki kıyma çiğden konuluyor -herhalde bu yüzden çüğbörek yakıştırması yapılmış- , harcın sulu olması makbul. O yüzden soğan yeterince sulu değilse içine bir miktar da su katılıyor, ve börek yağda kızartılıyor. Bir porsiyonda beş tane var, ama yedikten sonra bir ağırlık hissetmiyorsunuz.



Yemekten sonra Bilim Sanat Kültür Parkına geçiyoruz. Amerika kıtasına göçmen getiren May Flower gemisinin bir kopyası var, çocuklar içini geziyor. Oldukça küçük bir gemi. Bunun dışında bir anfitiyatro, yemyeşil bir park, oyun alanları, lokanta ve kafeler var. Henüz yapımı sürmekte olan kuleler de sanırım bir masal evi olarak hizmete sunulacak.


Şehire geri dönüp gondola binmek için sıraya giriyoruz. Burada iki seçeneğiniz var. Gondolla ufak bir tur yapabilir, ya da motora binip daha uzun gezebilirsiniz. Birincisini tercih ediyoruz. Yarım saat kadar bekledikten sonra beş dakikalık turumuza çıkıyoruz. Bir daha gelirsek de motora bineriz artık. Gondol dört kişilik, bizim grup altı kişi ve kuyruk olduğu için yanımıza yaşlı bir çifti alıyoruz. Ankara’dan günübirlik gelmişler, şehri geziyorlar. Sohbet ederken şelaleden bahsediyorlar. Arkadaşımla birbirimize bakıyoruz. Nerede bu şelale? Tepedeymiş. Turla geldik, haberimiz yok. Sırf Eskişehir’e gidiyor diye bilmediğin bir tura katılırsan böyle olur işte.


Sokakları dolaşıyor, bir yerde oturup soğuk bir şeyler içiyoruz. Şehrin meşhur bozacısı yaz olduğu için dondurma satıyor. Burası tam bir üniversite şehri olmuş. Sokaklar tertemiz, insanlar güleryüzlü. Sanki Avrupa’dasınız, yalnız insanlar Türkçe konuşuyor.

Haller Gençlik Merkazi’ni bir de gündüz gözüyle gördükten sonra otelimize dönüyoruz. Akşam yemeğinden sonra, grubun en genci ve ben, su muhallebisi yiyelim diye tutturuyoruz. Önden ekibin diğer üyeleri bize tuhaf tuhaf bakıyor. Bahaneler hazır. Adını bilmiyoruz - Bir taksiye sorar öğreniriz - Olmaz. Programdan adını öğreniyoruz, yerini de internetten buluyoruz. Haller Gençlik Merkezi’nde olduğunu duyunca herkes hevesle yola koyuluyor. Beş dakikalık yol. Muhallebiler güzel, yemeden gelmeyin derim.

Bu arada şunu belirtmek istiyorum. Açık büfelerde sıcak yemek tercih etmediğimi yazmıştım daha önceden. Burada aldığım pilav ve çorba soğuk geliyor bana. Önden bir anlam veremiyorum, son gece arkadaşlarımdan biri olayı çözüyor. Normalde, bu yemeklerin altında sıcak su tepsisi olur, ve bu su sıcak tutulur. Pratik zekalı insanımız, fazla masraf etmemek için kendince bir çözüm bulmuş, sıcak su tepsisi yerine elektrik ocağı yerleştirmiş! Ocak da yemekle temas etmiyor, meğer biz bu yüzden soğuk yemekler yiyormuşuz…



14 Eylül 2011 Çarşamba

ESKİŞEHİR - BEYPAZARI - 1


Bayramın birinci günü erkenden yola çıkıyoruz. Öğle yemeği için Kütahya’da Ahmet Ağa’ya gidiyoruz. Önden ikram edilen çorba soğuk, ama köfteler güzel. Sonra şehri görmek amacıyla merkeze geçiyoruz. Bir işe yaramıyor, çünkü bayram nedeniyle her yer kapalı. Bir tek Çini Müzesi ve Lajos Kossuth Müzesi açık.
Lajos Kossuth, Macaristan’ın Avusturya’dan ayrılması için savaşan bir lider. Verdiği savaşta başarılı olmasına rağmen, Lehistan’ın aynı şekilde baş kaldırmasından korkan Rusya’nın müdahelesiyle ülkeyi terk etmek zorunda kalıyor. Osmanlı Devleti’ne sığınıyor, 1850-51 yıllarında Kütahya’da kalıyor. Tam yüz yıl sonra, Macar hükümeti tarafından kaldığı ev müzeye dönüştürülüyor. Osmanlı ve Macar kültürünü bir arada yaşatan bir ev burası.


Ulu Cami ve Çini Müzesini geziyoruz. Müzede çini yapımı detaylı olarak anlatılıyor. 1766 yılında hazırlanmış “Fincancılar Anlaşması” duvara asılmış. İşyeri sayısının 24 olduğu, bu sayının arttırılmayacağı belirtilmiş; usta, kalfa ve çırakların kaç para alacağı yazıldıktan sonra, bu kurallara karşı gelenin ölüme bedel kürek cezasına çarptırılacağı da açıklanmış. Tarihteki ilk oligopol anlaşması bu mu acaba?




Müzede Germiyanoğlu Yakup Çelebi’nin mezarı var. Yakup Çelebi, Süleyman Şah’ın oğlu. Kız kardeşi Yıldırım Beyazıd ile evleniyor. Kendisi kardeşine çeyiz olarak verilen toprakları geri alıyor, Yıldırım Beyazıd tarafından hapse atılıyor.. Ankara Savaşı’ndan sonra Timur’a sığınıyor. Ancak daha sonra Beyazıd’ın cenazesini alıp Bursa’ya getiriyor, ve mirasçısı olmadığı için topraklarını Osmanoğulları’na bırakıyor.

Germiyan Sokakta öylece dolanıp bir otelde kahve içmekle yetiniyoruz. Otel, eski bir konak yenilenerek oluşturulmuş. Hoş bir yer olmuş. 

Fazla zaman kaybetmeden şehirden ayrılıp Eskişehir'e doğru yola çıkıyoruz. Göremediğimiz yerler Çinili Camii, Çini Yapım Atölyesi ve Kütahya Evi.
Akşama doğru Eskişehir’e varıyoruz. Yemekten sonra da şehri keşfe çıkıyoruz. Otelimiz şehir merkezine yakın, yürüyerek Haller Gençlik Merkezi’ne gidiyoruz. Eski hal binası yenilenerek kullanıma açılmış, binanın bir tarafı yemeğe, bir tarafı alış verişe ayrılmış. Ortadaki boşlukta ise çay kahve içmek için masalar var.

Haller Gençlik Merkezi’nden çıkıp yürüyüşe devam ediyoruz. Upuzun bir sokakta kafe ve barlar sıralanmış. Gençler bu sokakta, oldukça hareketli bir yer. Bizim gibi turla dolaşanlar hemen belli oluyor. Porsuk çayına kadar yürüyüp bir kahve içiyor, otelimize geri dönüyoruz.