9 Ekim 2013 Çarşamba

KÜBA - SON GÜN HAVANA

Şehre gelince ilk olarak bir puro imalathanesi geziyoruz. Fotoğraf çekmek yasak, ama puroların genç kızların bacaklarında sarılmadığını hepimiz görüyoruz! Hep sigara gibi kırık tütünle yapıldığını düşünürdüm, öyle değilmiş. Sarılırken kullanılamayacak tütünleri sıkıştırıp üzerini sarmaya başlıyorlar. Bir sıra, iki sıra derken puro kalınlaşıyor. Sonra da bir aletle hava kaçıran bir yeri var mı diye bakılıyor. O sırada da kalitesine göre ayrılıyor. Duvarda Castro, "Ben çalışıyorum, onlar çalışıyor, sen ne yapıyorsun" diye soruyor.


Yapımını gördükten sonra satış yerine gidiyoruz. Çeşit çeşit, marka marka purolar. Sokakta daha ucuzları var, ama muz yaprağıyla sarılmış olabilirler. Aynı yerde rom yapımıyla ilgili küçük bir sergi ve kahve içilebilecek bir yer de var. Orada cappucino isteyenlere hoş bir gösteri yapılyor.

Serbest zamanımızda bir kez daha Floridita'ya uğruyor, son bir daiquiri ve muz kızartması keyfi yapıyoruz. Yine canlı müzik, yine neşeli ritimler...  

Son akşam  Buenavista Social Club keyfi yapıyoruz. Ekibi bu kadar yakından izleyip müziklerinin tadına varmak hoş bir duygu. Müzikle birlikte dans da ediyorlar, gencinden yaşlısına herkesin dans becerisine hayran oluyorum.

Gösteriden sonra Havana sokaklarında dolaşıp son mojitolarımızı içiyoruz. Otelimize gitmeden önce kendi kendimize beş dakikacık daha diyoruz.


Sabah erkenden yola çıkıp Armas Meydanındaki Kent Müzesine gidiyoruz. Sömürge zamanında Vali Konağı olarak kullanılan binanın önündeki parke taşları ahşap üzerine oturtulmuş. Nedeni ise, nal seslerinden rahatsız olan valinin karısı. Ancak bu da sesleri yeterince kesememiş ki, vali kendisine yeni bir konak yaptırmış. Devrimden sonra bir süre Belediye Sarayı olarak kullanılmış, sonra da 19. yüzyılın bağımsızlık mücadelesini anlatan bir müzeye dönüşmüş. İlk Küba bayrağı, bağımsızlık için savaşan generaller, onların kişisel eşyaları gibi malzemeler sergileniyor.

Müzeden çıkınca, Hemingway'in müdavimi olduğu başka bir bara uğruyoruz. La Bodeguita, yazara göre Havana'nın en iyi mojitosunu hazırlıyormuş. Floridita'ya göre oldukça küçük bir mekan, neyse ki sabah saatleri olduğu için bizden başka turist yok. Girişteki duvarın üzeri yazılarla dolu. Aralarında bol miktarda Türkçe var. Çarşı Küba'da yazısını görüyorum mesela. Galatasaray taraftarı olmama karşın, Çarşı'yı da takip ediyorum.

Programımızdaki son müze, Hemingway'in evi. Şehir merkezinden uzak, sessiz, sakin bir yer. Önce yemek. Yine yazarın sürekli gittiği bir lokanta. Her zaman oturduğu masa, anısına boş tutuluyor. Muhteşem bir manzara, duvarlarda resimler, bir tanesi ihtiyar balıkçıyı esinlendiği kişi. Deniz ürünlü paella yiyorum. Önden verilen yavruağzı rengindeki kokteyli beğenmesem de, lokanta, yemekler ve müzik güzel.


Evi aynen korunmuş. Duvarlarda hayvan kafaları, kitaplar ve resimler. Eşyalar sade, ama her odada en az bir tane hayvan başı var. Hatta çalışma masasının üzerinde de ayrıca bir tane duruyor. Bunların hepsini kendisi mi öldürdü diye düşünüyorum. Sonra bahçeye çıkıyoruz. Köpeklerinin mezar taşları yan yana duruyor. İleride de yüzme havuzu ve yatı. Kimbilir kaç yıldızı ağırlamıştır.

Havana'dan ayrılmadan önceki son durağımız bir pazar. Her tür el sanatları, resimler, cam eşyalar, takılar, elbiseler, aklınıza gelecek her şey var burada. Çok güzel resimler var, arkadaşımla bir tanesine bakmaya doyamıyoruz. Ama ne yazık ki tüm güzel eserler gibi pahalı, biz de buna hazırlıklı değiliz. Arkamıza baka baka otobüsümüze doğru ilerliyoruz.

Dönüş yolunda haftanın muhasebesini yapıyorum. Eğer yolum buraya bir kez daha düşerse, bazı şeylere dikkat edeceğim. İlk olarak, param biterse yine bozdururum diye düşünmek yok. Ne kadar harcamayı planlamışsam, baştan o kadar bozduracağım. Çünkü bir kişinin döviz bozdurması yaklaşık 5 dakika sürüyor. Önünüzde 10 kişi varsa 50 dakika demek, gezide en çok sıkıldığım yer bu kuyruk oldu. Bir kişi 2-3 kişilik döviz bozdurdu da, daha kısa zamanda bu sorunu hallettik. 

Yanımda sürekli bozuk para olmasına dikkat edeceğim. Bir iki yer hariç tüm tuvaletler paralı, Havana'da yüklü bir para verip girdiğimiz Tropicana dahil. Üstelik belli bir fiyatı da yok, gönlünüzden ne koparsa durumu. Bizdeki gibi giriş 1 TL, 5 TL verirsem üstünü alırım gibi bir beklenti içine girmek sinir ve hayal kırıklığı yapabilir. Yalnız yiğidi öldür, hakkını yeme demişler, bir ikisi hariç tümü çok temiz, bakımlı ve süslü. Bir tanesinde sifonların üzerine plastik çiçekler koyacak kadar işi abartmışlar. Sabun ve tuvalet kağıdı hemen her yerde var, bu konuda çok uyarı aldığım için belrtmek istiyorum.

Olmadık yerlerde bahşiş istemeleri biraz antipati yaratıyor. Fotoğrafını çektiğiniz kimseler istiyor. Hadi o neyse, bazı görevlilerin  şurada bir fotoğrafınızı çekmemi ister misiniz diye gelip sonra para istemeleri pes dedirtiyor. Bu olay gezi boyunca aramızda espri konusu oluyor, kim bir şey rica etse, karşılığında para talep ediliyor!

Bunlar dışında çok güzel bir gezi, fırsat bulursam bir daha gelmek isterim. Ülke çok güzel, insanlar çok sıcakkanlı, müzikler müthiş, meyveler harika. Dalma merakı olanların bu geziden benden de fazla keyif alacağından eminim. Şnorkelle dalmayı öğrensem mi acaba diye düşünürken uykuya dalıyorum. Önümde 24 saatlik bir yolculuk var...

7 Ekim 2013 Pazartesi

KÜBA - SANTA CLARA

Sabah Santa Clara'ya doğru yola çıkıyoruz. Hani şu Hasta Siempre şarkısında adı geçen Santa Clara. Küba'da bu şarkı ve Guantanamera o kadar çok söyleniyor ki, artık söylerken otomatiğe almış gibiler. Turizmin ülkeden götürdüklerinden biri de bu olsa gerek.




Şehrin önemli noktalarında hep Che'yi hatırlatacak bir şey görüyoruz. Yine de turizm burayı bozmamış, inşallah bozmaz. Şöyle ki, gezdiğimiz her yerde yanımıza gelip Che resimli banknotlar, şapkalar, fularlar satmaya çalışan insanlardan burada eser yok.

Fidel Castro ve arkadaşları, 1953'teki başarısız saldırılarından sonra tutuklanır, mahkemede Castro  "Tarih beni aklayacaktır" diye biten ünlü savunması yapar. İki yıl sonra afla serbest bırakılır ve Meksika'ya geçer. Burada Che Guavara ile tanışır, ve Granma adlı yatla Küba'ya geri döner. Sierra Maestra dağlarında güçlenen hareket, iki yıl sonra yeniden saldırıya geçer. Batista'ya önemli miktarda silah ve cephane taşıyan tren, Che Guavara tarafından bu kentte ele geçirilir. Ardından Batista ülkeyi terk etmek zorunda kalır.

Tren, durdurulduğu yerde müze haline getirilmiş. İlk olarak burayı geziyoruz. Savaş sırasında çekilen resimler, belgeler sergileniyor. Treni durduran buldozer, ve ölenlerin anısına yapılan anıt ise trenin hemen yanında.


Sonra şehri geziyoruz. Bazı binaların üstünde hala duran kurşun delikleri var, öylece saklıyorlar. Sokakları gezmeye başlıyoruz. Dükkanlar alışık olduğumuz gibi değil. Mesela bir eczaneye giriyoruz, duvarda yazmasa kesinlikle anlamazdım. İlaçlar, markalarına göre değil de işlevlerine göre satılıyor. Ağrı kesiciler, antibiyotikler diye yazıyormuş kutuların üzerinde. Sağlıkçı arkadaşlarıma borçluyum bu bilgiyi. Bakkallar da farklı. Daha çok şey satılıyor, ama miktarlar az. Bir tek içki dükkanları tanıdık geliyor, şişe şişe içkiler vitrinlerde duruyor.

Açık bir kilise görüyorum. Daha önce gördüklerimizin içine girememiştik, ilk defa denk geliyor. Bu kez de durduruluyorum, temizlik varmış. Peki, yalnızca resim çekeceğim diye işaret ediyorum, tamam diyor görevli. Hayatımda gördüğüm en sade katolik kilisesi ile karşılaşıyorum.


Ardından Che müzesine giriyoruz. Müzenin içinde fotoğraf çekmek yasak. İçeride daha çok fotoğraflardan oluşan bir sergi var. Bazıları çok güzel, keşke şöyle bir satış reyonu olsa da, kopyalarını alsak diye düşünüyorum. Mezarı ziyaret edip çıkıyoruz. Anıta doğru giderken bir mezarlık görüyoruz. Devrim zamanı ölen gençleri ağırlıyor, hepsi yirmilerinde.

En son anıt. Che heykelinin altında "Zafere kadar, daima" yazıyor. Kolu sarılı, başında bere, elinde tüfekle uzaklara bakıyor. Genç öleceğini tahmin etmiştir herhalde. Ama dünyada en çok satılan resimlerden birinin kendisininki olacağını düşünemezdi. Görüyorsa oralardan, ne hissettiğini merak ediyorum.

Anıttan ayrılırken kocaman bir Chavez resmiyle karşılaşıyoruz. Küba, zor günlerinde kendisine destek olan devler başkanını unutmamış.

Adadaki son gecemizi Havana'da geçireceğiz, vakit kaybetmeden yola çıkıyoruz. Yolda yemek için duracağımız yerde karides ve dilersek timsah eti deneyebileceğimiz söyleniyor. Oraya gidince yine aynı soruyla karşılaşıyoruz: Tavuk mu, balık mı. Israrla timsah anlatmaya çalışıyorum, ama yok. Buralarda beklenen her şey olmuyor.

2 Ekim 2013 Çarşamba

KÜBA - TRİNİDAD II

Sabah erkenden deniz kıyısındayız. Bir-iki saatlik bir yolculuktan sonra bir adaya ulaşıyoruz. Bir kısmımız dalış yapmak üzere başka bir tarafa giderken, biz keşfe çıkıyoruz. Kumların arasından çıkan palmiye ağaçları ile turistik broşürlerde gördüğümüz fotoğraflara çok benziyor. Kıyı taşlık, deniz yosunlu. su hiç serinletici değil. Buna rağmen azmedip denize girdiğimize hiç pişman olmuyoruz. Çünkü bir kaç adım sonra çevremizde balıklar gezinmeye başlıyor. Şnorkele alışık değilim, ama becerebildiğim kadarıyla dalıp etrafı seyretmeye başlıyorum. Çok güzel.


Öğlen deniz ürünlü paella yiyoruz. Ardından yine değişik kokteyller ikram ediliyor. Balık manzaralı bir öğleden sonra geçiriyoruz. Akşam döndüğümüzde bir de kaldığımız yerde denize giriyorum. Ama bir gün önce girenlerin uyarılarını dikkate alıp fazla açılmıyorum. Açıklarda gezen denizanaları, günlerce geçmeyecek izler bırakıyor. 

Bir önceki akşamın verdiği şevkle, yorgunluğa aldırmadan yeniden şehre iniyoruz. Bu kez Casa de la Musica'ya gidiyoruz. Daha büyük, daha meşhur bir yer, canlı gösteriler yapılıyor burada. Büyük bir meydandayız, esinti sıcağı hissettirmiyor. Ama sahneye uzak olduğumuz için sadece seyrediyoruz. Danslar güzel, ama dünkü gibi havaya giremiyoruz bir türlü. Belki böylesi daha iyi oluyor, zamanı gelince nazlanmadan hemen kalkıyoruz.

Sabah Kübalılara özgü değişik bir araçla tanışıyoruz. Rus malı tankları tankları kamyon haline getirmişler, ve bu kamyonları toplu taşıma aracı olarak kullanıyorlar. Şehirlerde görmüştük, bu kez yakından karşılaşma fırsatını yakalıyoruz. Bildiğimiz kamyon kasasının içine beş altı sıra ikişerli koltuklar koymuşlar, üstlerine de güneşten koruma amaçlı bir tente yerleştirmişler, hepsi bu. Bizi tropik orman yürüyüşüne götürmek üzere otelimizden alıyor. 




Havanın sıcaklığına aldanıp incecik kıyafetlerle yola çıktığıma pişman oluyorum. Serin dağ havasında, oldukça havadar olan kamyonda seyahat ederken çantamda ne varsa çıkarıp üst üste sarınıyorum. Neyse ki yürüyüşe başladığımızda her şey yoluna giriyor. Tropik orman, haliyle yeşilin her tonunu görebiliyoruz. Sadece o değil, Küba'nın ulusal kuşu kabul edilen tocororo kuşu ile de tanışıyoruz. Görmemle uçması bir oluyor. Küba bayrağının renklerini taşıyan kuş, yalnızca bu adada bulunuyor. Basit tırmanışlar, tek bir kütükten oluşan köprüler, mağaralar derken çağlayan karşımıza çıkıveriyor. Dibindeki göle girerken adada ilk defa içim ürperiyor.

Yürüyüş sonrası kocaman bir tesiste önden ikram edilen kokteyllerimizi, sonra da yemeğimizi bitirip derhal yola çıkıyoruz. Yolda değişik meyveler satan bir kulübenin önünde duruyoruz. Bu kez tattığımız meyve mamey. Etli kısmı balkabağına benziyor. Aynı renk ve görünümde. Ama tadı bambaşka. Yumuşak, tatlı bir meyve. Diğer meyvelerden çok daha fazla beğeniyorum.

Akşam yine bir tatil köyündeyiz. Şehre pek yakın değiliz, akşam ne yapabiliriz diye düşünürken değişik bir programa denk geliyoruz. Defile yapılıyor. Böylece hayatımda ilk defa, hem de en ön sıradan izleyebildiğim bir defileye katılmış oluyorum. Bizim için değişik bir anı.