7 Kasım 2011 Pazartesi

GAZİANTEP - 3

Bir kaç sene önce benim de aralarında bulunduğum bir grup insan, dükkandaki küçük çocuğu gaza getirmeye çalışıyordu. Hedef, karşı tarafta sahipsiz gibi duran baklava tepsisi! Sonunda çocuk tamamen bizim teşvikimizle karşı dükkana geçti, tepsiyi alıp koşar adımlarla geri geldi. O ana kadar pek sesini çıkartmayan tezgahtar, sonunda patladı.

"Güzelim fıstıklı baklavalar dururken cevizli baklavaya neden bu kadar meraklısınız, anlamıyorum. Antep'te bunların yüzüne bakılmaz!"

Biz Egeliyiz, baklavayı cevizli severiz. Bu güzelim Antep gezisinden sonra şunu söylemek durumundayım, Antep'le arama fıstık girdi. Fıstığı severim, ama tatlılarda değil. Nedense ağır geliyor. Antep mutfağında da fıstıksız tatlı yok.


Güne Kurtuluş Camii ile başlıyoruz. Bu cami, Abdülhamit zamanında kilise olarak yaptırılmış. Mimarı, İstanbul'un önemli yapılarında imzası olan Balyan ailesinden, Sarkis Balyan. Ortaya çıkan proje Abdülhamit'e fazla iddialı geliyor, ve küçültülmesini istiyor. Çünkü o dönemde yabancı devletlerin de yüreklendirmesiyle Ermeniler, hafiften kendilerini gösterme yolundalar. Bu bana bir şeyler hatırlatıyor.


Kiliseyi şimdiki haline getiren Nicolas Nazaretyan. Bu haliyle bile büyük, Bizans havası taşıyan ikiz pencereleri, koro için yapılmış ara katı ve doğu girişi ile özel bir kilise iken; Cumhuriyetin ilanı ile birden boş bir yapı haline gelmiş. 1980 yılında hapishane olarak kullanılmış, 1988 yılında da cami olarak ibadete açılmış. Minarelerinden birinin çan kulesi üzerinde olması nedeni ile değişik bir mimariye sahip, şehrin en büyük camilerinden biri.


Oradan Amerikan Hastanesine geçiyoruz. Yolda çocuklar "İngilizceler geliyor" diye bağırıyor önümüzden. Zamanında misyonerlerin kurduğu bu hastane, hala hizmete açık. Okulumuzla bir şekilde bağlantısı olan bu yerin önünde fotoğraf çektiriyoruz.


Sıradaki durak, Dülükbaba Mesire Yeri. Burası aslında piknik alanı. Ama içinde kazı yeri var. Kaya mezarları ve Zeus Tapınağını görüyoruz. Oradan Mitra Tapınağına geçiyoruz. Mağara, gezilebilmesi için çok güzel hazırlanmış. Bizim şanssızlığımız, o sırada elektriklerin kesik olmasıydı.


Romalılar hristiyan olduktan sonra eski dinleri Mitraizm ile ilgili ne varsa yok etmişler. Bu tapınak o nedenle çok özel. Duvara Mitranın boğayı kurban etmesi resmedilmiş. Tanrı Mitra ile ilgili tanıdık bilgiler var. Mitranın doğum günü 25 Aralık. Vaftiz ve kutsal yemek konusunda da çok benzer öyküler dinliyoruz.


Sonraki durağımız Zeugma kazı alanı.  Burayı da kocaman bir müze gibi yapmışlar. Mozaikler o kadar az ki, hemen hepsini taşımışlar. Burası villaların olduğu bölge. Kolonlar, sunaklar ve muhtelif aletler var. Burada dolaşan insanlar hayal ediyorum.


Zeugma'dan Halfeti'ye geçeceğiz. Yemek ve Halfeti arasında seçim yapmamız gerekiyor, gün ışığı bizi zorluyor. Halfeti'ye gelmişken, Ahmet Kanneci'yi anıyoruz. Çocukluğunun geçtiği evde bir konser vermiş. Tekneyle dolaşırken görünen köyde artık hemen hiç kimse yaşamıyor. Köyün büyük kısmı sular altında kalmış.


Rumkale'yi tekneden görebiliyoruz. Çıkmak için vakit yok, güneş batmak üzere. Burada Yuanna'nın incilinin saklandığına inanılıyor. O yüzden kutsal sayılıyor. Göremedik, ama kalenin içinde bir kilise ve bir manastır kalıntısı bulunmakta.


Halfeti'den havaalanına doğru yola çıkıyoruz. Yolda, bahar aylarında bir kez daha gelmeye karar veriyoruz. Umarım bir aksilik olmaz. Yalnızca bir öğlen, bir akşam yemeği yiyebildiğimiz için ben tatmin olmamış haldeyim. Bir tek baklavacılarda daha fazla vakit geçirmedik diye üzgün değilim. 


Buranın çarşısı da Kemeraltı gibi gün batımında kapanıyor, ve Pazar günleri açılmıyor. Cumartesi akşamüstü dükkanlar kapanmadan alış verişimizi bitirelim diye sokaklarda telaş içinde dolanmıştık. Bu şehre bir kez daha gelip sokaklarında dolaşmak, yemeklerinin gerçek anlamda tadını çıkartmak için hayal kuruyorum. Ustaların kapı önünde bakırı nasıl işlediklerini seyretmek, dükkanlara girip çıkmak, sokaktakilerle sohbet etmek. Bu da ayrı bir keyiftir.



4 Kasım 2011 Cuma

GAZİANTEP - 2

Gaziantep'e yeni açılan Zeugma Müzesini ziyarete gidiyoruz dediğimde pek çok kişi "gördüm ben orayı" dedi. Bu müze yeni açıldı, falan, kar etmedi. Zaten çok ısrarcı biri değilimdir, peki deyip sustum.

Şimdi buradan açıklıyorum: Zeugma Müzesi 19 Temmuz 2011 tarihinde açılmıştır, ondan önce gördüğünüz Gaziantep Müzesidir.

Önden Gaziantep Müzesine gidiyoruz. Doğru, eskiden burada bir kaç parça mozaik sergilenirmiş. Ama artık yok. Heykeller, rölyefler, hayvan fosilleri, ve türlü aletler var. Benim için en ilginçleri, minyatür arabalar oluyor. Şu an oyuncak gibi duruyorlar. O devirde kim bilir ne için yapılmışlardı.
Oradan yeni müzeye geçiyoruz. Binanın dışarıdan görünüşü bile etkileyici. İçerisi daha da güzel. Girişe bir film düşürmüşler. Sanki havuzda balıklar dolaşıyor, suyun üzerinde de yapraklar var. Siz yansıtılan zemine adım attığınız an yapraklar çekiliyor, balıklar kaçıyor. Hoş bir gösteri.

Sonra müzeyi gezmeye başlıyoruz. Kendimi, gelişmiş ülkelerde bulunan müzelerden birindeymiş gibi hissediyorum. Yanlış anlaşılmasın, müzenin gelişmişliğinden değil. Başka memleketlerden kaçırdıkları eserleri böyle yüksek tavanlı müzelerde sergilerler ya, aynı öyle. Yapıyı olduğu gibi almışlar içeri. Yalnızca seyrederken içiniz acımıyor.

Şehirle ilgili güzel bir tanıtıcı film hazırlamışlar. Kuruluşundan, Sasaniler tarafından yıkılışına kadar gösteriyor. Mozaiklerde yer alan isler, şehirdeki yangının somut kanıtı.
Müzenin başyapıtı tabi ki Çingene Kızı. Ama fotoğraf makinemle haşin yüzünü gösterebilecek kadar yaklaşamadığım Mars heykeli ve diğer mozaikler de müthiş. Adamlar bu mozaikleri halı niyetine kullanmış. Onlara bakarak evin hangi kısmında olduğunuzu anlayabiliyorsunuz. Bazılarının en can alıcı yerleri kayıp. Beni en sarsanı, akşam vakti çıkardıkları bir parçanın sabah geldiklerinde yerinde yeller esiyor olması. Yurt dışındaki müzeler böyle doluyor işte.

Labirent gibi bir yerlerden geçip Çingene Kızına ulaşıyoruz. Kapkaranlık bir oda, yalnızca mozaik aydınlatılmış. Bu müze için hem kafa yorulmuş, hem para harcanmış. Güzel olmuş.

Bir anda aklıma Adana Müzesindeki mezar taşının üzerindeki tarihi okumaya üşenip, açıklama kısmına Bizans Dönemi - MS 330-1453 gibi olağanüstü detaylı açıklamayı yazan müzeciler geliyor. Bu işi öğreniyor muyuz, yoksa bu müze bir istisna olarak mı kalacak. Bunu zaman gösterecek.


Öğlen yemeği İmam Çağdaşta. Yemeğin nerede yeneceği sorun oluyor. Bazımız, bu kadar klişe bir yeri istemiyor. Ama herkesin bahsettiği bir yere gitmemek de olmaz. Diğer alternatif küşneme, ama küşneme kuzu ile güzel olur. Bu mevsimde kuzu olmayacağına göre, İmam Çağdaşı seçiyoruz.

Burası kocaman bir yer. Benim sevdiğim lokanta tarzında değil, ama yapılacak bir şey yok. Önden hepimize birer lahmacun geliyor. Söğürme ile yiyoruz lahmacunları. Ali Nazik, en sevdiğim yemeklerden biridir. Ama lahmacunu ilk defa patlıcanlı denedim. Sonra ortaya gavurdağı, soğan, simit, ve domates ezmeli kebap geliyor. Burada yediklerime muhteşem diyemem, ama rahatlıkla güzel diyebilirim.

Arkasından birer şöbiyet ve baklava alıyoruz. İkisi de fıstıklı olduğu için, keşke birer tane daha olsaydı falan demiyorum.

Yemekten sonra Mutfak Müzesine gidiyoruz. Bu özel bir müze, Göğüş ailesinin şehre armağanı. Gelenek ve görenekleri, piknikleri, yemekleri mankenlerle canlandırmışlar. "Gezen güzel, oturan gazel olur" sözünü ilk kez burada duyuyorum.

Oradan Gaziantep Kalesini geçiyoruz. Roma döneminde yapılan kale, şu anda Kahramanlık Panaroması Müzesi olarak hizmet veriyor. Müzeyi gezerken aklıma Nazım Hikmet'in Kuvayi Milliye'sinden şu mısralar geliyor:

Antepliler silahşor olur,
uçan turnayı gözünden
kaçan tavşanı ard ayağından vururlar
ve arap kısrağının üstünde
taze yeşil selvi gibi uzun ince dururlar.

Kurtuluş Savaşı kahramanları ve kahramanlıkları, müzede videolar eşliğinde gösteriliyor. Olayları göstermek için türlü heykeller yapılmış. Ancak her birinde sayısız anatomik bozukluklar bulunan bu heykellerin fotoğrafını çekmeye elim varmıyor.

Son durak Medusa Cam Eserler Müzesi. Buradaki eserler karışık. Hangisinin hangi döneme ait olduğu belli değil, ama içlerinde çok güzel olanlar var.Yunanlıların, cam aletleri kalıba dökerek, Romalıların ise üfleyerek yaptıklarını öğreniyoruz. Daha önceleri Fenikeliler, çok daha ilkel metotlar kullanırlarmış. Bir de, cam takı yapımını seyrediyoruz.

Akşam gideceğimiz yerler sınırlı, çünkü yemekle birlikte içki de içmek istiyoruz.Zirve'yi seçiyoruz. Burası, ismiyle müsemma dedikleri türden bir yer. Tepede, bütün şehir ayak altında. Yine çok kocaman bir yer. İki kişi çalıyor, birisi de şarkı söylüyor. Türk müziği. Biraz konuşmamızı engelliyor, bereket güzel şarkıları seçiyorlar.


Masaya muammara, humus, çiğ köfte, kaşarlı paçanga böreği ve kaşarlı mantar geliyor. Bu kadar büyük bir lokanta için hiç de fena değil. Yalnız alinazik, güzel olmasına rağmen soğuk.  Bu kadar büyük lokantada yemek yemenin sakıncalarından biri. Yine her birimize birer şöbiyet geliyor. Bir tane olduğu sürece sorun yok. Bu memlekette ağız tadıyla yemek yiyebilmek için gündüz vakti dolaşmak gerekiyor.