Yol o kadar virajlı ki, her yerde olur olmaz şekilde uyumam işe yarıyor, yolda diğerleri gibi içim dışıma çıkmıyor. Beypazarı’na öğlen saati varıyoruz. Şöyle bir etrafa bakınıp hemen yemek yeme derdindeyiz. Ahşap minareli camiye gözümüz takılıyor, ama gözlemecilere, lokantalara daha bir alıcı gözle bakıyoruz.
Tarihi Taş Mektep binasına açılan lokantaya giriyoruz. Altı kişi olmanın avantajıyla ortaya önden sarma, ve çorba söylüyoruz. Sıcak havalarda çorba içmem, ama tadına bakmayı ihmal etmiyorum. Buralarda yediğimizden biraz farklı. Sarması güzel. Hepimiz birer kavurma söylüyoruz. Sağlık merakı yüzünden kavurma sıvı yağda yapılmış. Şahsen daha az miktarda ama adam gibi yağda yapılmışını tercih ederim, ama sesimi çıkartmıyorum.
Tatlı olarak höşmelim ve 80 katlı baklava söylüyoruz. Höşmelim, bizim bildiğimiz Balıkesir höşmerim tatlısı değil. O peynirle yapılır, bu daha çok irmik tatlısı gibi bir şey. Baklava biraz ağır geliyor. Akşam yediğimiz baklava olmasa, burada böyle yapılıyor diyeceğiz, ama bu tatlı ağır geliyor bize.
Sultan Alaattin Camii, buranın en önemli camii. Kapısında 1221-1225 tarihleri yazıyor. Mimari özelliklerine göre daha sonraki yıllara ait olduğu söyleniyor, ama bence Osmanlı camilerinden en büyük farkı kubbesiz oluşu. Tavan ahşap işçiliği de güzel. Bahçesindeki çınar ağacının camiyle yaşıt olduğu söyleniyor.

İlçeyi turlamaya çıktığımızda, iyi ki İzmir den bu kadar uzaktayız diye düşünmeden edemiyorum. Yoksa ben yol uzun, nasıl taşırım derdine düşmeden neler alırdım neler. Tarhanalar, erişteler, kurutulmuş sebzeler, muhtelif baharat, sabunlar… Beypazarı kurusu dedikleri şey, bir cins galeta. Bir kaç torba kuru alınca çantada yer kalmıyor zaten. Bir de tarhana alıyorum, kışın çorba içmeden duramam. Gerisi kalıyor. Bir de bölgenin telkarisi meşhur. Takılara dayanamam, neyse ki bir kolye ucuyla atlatıyorum.
Günbatımına yakın Hıdırlık tepesine çıkıyoruz. Buradan tüm Beypazarı’nı görmek mümkün. Ege’de tren kaçtı, buradakiler biraz şans ve biraz akılla olayı çözmüşler. Eski Beypazarı dediğimiz zaten birkaç sokak. Bunu bozmamışlar, yeni evleri biraz öteye yapmışlar. Hem apartmanlar daha havadar bir yerde, hem de bölgenin dokusu bozulmamış. Buraları gördükten sonra, birbirinin aynısı apartmanlarla dolu Ege kasabalarını daha bir beğenmez oluyorum.

85 yaşındaki dede önce şarkı söylüyor, sonra da oğluyla birlikte oyun oynuyor. Her türküyü söylemeden önce de hikayesini anlatıyorlar. Kına gecesini canlandırmak için de gruptaki genç kızları çağırıyor, onları da bu gösteriye dahil ediyorlar. Biz de bu eğlenceyi izlerken önden tarhana çorbası, sonra sarma ve güveç, ardından höşmelim ve baklavadan oluşan yemeğimizi yiyor, bol bol fotoğraf çekiyoruz.
Ebru yapan suratsız kıza kıl oldum ben. :)
YanıtlaSilBen de sinir oldum. Orada daha çok çocuklar ilgileniyordu, onlara da bir karış suratla ebru yaptırıyordu. Zorla mı çalıştırıyorlar acaba?!
YanıtlaSil