18 Mayıs 2011 Çarşamba

MALAGA



Sabah, bir gün önce sırılsıklam olan eşyalarımızı azıcık kurutalım, kahvaltı edelim derken öğleni buluyoruz. Otobüsle Malaga’ya geçeceğiz. Garaja vardığımızda ancak 2.5 saat sonraki otobüste yer bulabiliyoruz. Günlerden Cumartesi, herkes bir yerlere gitme telaşında.

Vakit geçirmek için kafeteryaya gidiyoruz. Burası oldukça geniş bir yer, ve sadece 4-5 masa dolu. Biz de zamanı doldururken Malaga’da gidebileceğimiz yerlere bakıyoruz. Bu arada sırt çantam çalınıyor! İçinde değerli eşya, para, pasaport yok, ama fotoğraf makinamın şarj aleti, gözlüklerim gibi gezideki konforumu etkileyecek şeyler var. Demek ki neymiş, ortalık tenha diye yayılıp oturulmayacak, sürekli eşyalar göz önünde olacakmış. Maalesef Granada’yı artık sırt çantamın çalındığı yer olarak hatırlayacağım.

Otobüs yolculuğu fena geçmiyor, çok daha kötüsü olabilirdi diye sakinleşmeye çalışıyorum. Biz otobüsteyken yağmur yine hareketleniyor. Neyse ki bir daha Granada’daki gibi bir yağmur olmayacak, gezerken sıkıntı çekmeyeceğiz.

Malaga, Bodrum-Marmaris arası bir şehir. Daha deniz mevsimi gelmemiş olmasına rağmen cıvıl cıvıl. Otel şehrin göbeğindeki Larios Caddesinde. Eşyalarımızı bırakıp derhal kendimizi sokağa atıyoruz. Bir müddet sokaklarda dolaştıktan sonra akşam yemeği için planladığımız yere geliyoruz. Burası, Antigua Casa del Guardia diye bir yer. Bendeki notlara göre, tapas ve balık "pescaito frito" denilen kızarmış küçük balık yenen yüz yıllık bir işletme. İçeriye giriyoruz, oturabileceğimiz masa yok. Bara tünemiş insanlar, şarabın yanında bir şeyler atıştırıyorlar. Biz yorgun ve açız, oturup bir şeyler yemek için gelmiştik, şaşkın şaşkın bakınıyoruz. İçeridekiler de aynı şekilde bizi inceliyorlar.

Ne yapalım diye konuşurken yanımıza biri yaklaşıyor. Hemen hazırladığım lokanta-peynir-şarap notlarımdan okumaya çalışıyorum. Adam, ben sizi bir yere götüreyim, orada istediğinizi bulursunuz diyor. Garanada’da, zaman problemi yüzünden doğru dürüst bir akşam yemeği yiyememiştik bile. Artık ikinci, üçüncü alternatifler koyarak saatlerimi verip hazırladığım lokanta listelerini kaldırıp her şeyi oluruna bırakıyorum. Bir başka zaman da bu listeler için gelirim inşallah.

Gittiğimiz yer oldukça turistik bir yer. Ama o kadar aç ve yorgunuz ki, yemeklere saldırıyoruz. Kum midyesi, kalamar ve balık anında bitiyor, ikinci tabak siparişlerini veriyoruz. Yediğimiz her şey çok taze. Bize bakan garson, bir ara İstanbul’da çalışmış. Birkaç Türkçe kelime söylüyor. Dedim ya, turistik…

Sabah kalkıp kahvaltı için dışarı çıkıyoruz. Yağmur biraz yağıp duruyor, sonra yeniden başlıyor. Biz içeride oturmak istemediğimiz için seçeneklerimiz pek fazla değil. Öylesine bir yere oturuyoruz. Bir süre sonra şehir halkı Pazar ayininden çıkıyor. O gün özel bir gün müydü, hep mi böyleler bilmiyorum ama insanlar müthiş şık. Erkeklerin ceplerinde mendiller, kadınlarda ışıltılı ayakkabılar, saçlar yapılı. Belki bir düğünden çıktılar, belli değil.

Arkadaşlardan birinin bıraktığı tost, serçelere yemek oluyor. İki serçe, hiç çekinmeden masadaki tostu didiklemeye başlıyor. Arada bağrışan çocuklardan ürküp kaçıyor, sonra tekrar geliyorlar. Uğraşa uğraşa içindeki salamı ve peyniri çıkarıp götürüyorlar.

Kahvaltıdan sonra biraz dolaşıp Picasso müzesine giriyoruz. Picasso, Malaga doğumlu. Ama buradan 18 yaşında ayrılmış, ve bir daha hiç gelmemiş. Muhtelif dönemlerden çalışmaları var.

Müzeden çıkıp Alcazaba’ya yöneliyoruz. Burası, Endülüs Bölgesinde Emevilerden kalma bir kale. En korunmuş olanı, ve içinde bir arkeolojik müze var. Tepeye çıkmak için ciddi bir tırmanış gerekiyor. Yukarıdan şehir manzarası çok güzel. Sahil ve arena tabak gibi önünüzde.

Yemek için azıcık dolandıktan sonra bir yeri gözümüze kestiriyoruz. Muhtelif kanepeler söylüyoruz. Peynirle birlikte birinde kiraz marmeladı ve tatlı soğan, diğerinde jambon ve dilimli elma ısıtılıp geliyor. Sonuç harika. Üzerine limonlu tart ve krem karamel söylüyoruz. Limonlu tart çok güzel, krem karamel bildiğimizden biraz değişik. Boyutu da değişik, kibrit kutusundan az büyük. Daha yoğun, rengi de daha sarı.

Yemekten sonra şehri keşfe çıkıyoruz. Günlerden Pazar, her yer kapalı. Sokaklar insan kaynıyor, yalnızca hediyelik eşya dükkanları ve yemek yerleri açık. Bütün İspanya bu şekilde, tatilinden ödün vermiyor. Saat 14:00 oldu mu her yer kapanıyor, 17:00 ye kadar kapalı kalıyor. Eczane, banka, dükkanlar, kısacası her yer kapalı. Bizdeki gibi öğle tatilinde çıkıp alışveriş edeyim diyemiyor kimse. Her gün üç saat tatil yapan iş yerlerinde ayrıca bir öğle tatili olduğunu sanmıyorum artık.

Bu arada 1 Mayıs yürüyüşüne rastlıyoruz. Bir grup insan, ellerinde renk renk bayraklar, balonlar, yazılar, önümüzden yürüyüp geçiyor. Bir süre sonra bir ikinci yürüyüşe tanık oluyoruz. Sol her yerde aynı. Yalnızca 400.000 - 500.000 nüfuslu şehirde, belli ki birbirleriyle yan yana gelemeyen gruplar iki farklı yürüyüş düzenlemiş.

Cervantes Tiyatrosunun önünden resmini çekebiliyoruz sadece, kapalı. Çok değişik görünüşte evler var. Picasso’nun evini görünce içeri girmek istiyoruz. Kapıda duran kız, belki de siesta zamanı diye, içeride pek bir şey yok deyip bizi postalıyor. Yürüyerek arenanın olduğu yere geliyoruz. Burası da kapalı, ama duvarlarında afişler ve resimler var. Ben bu matadorları hiç değilse 25-30 yaşlarında zannederdim. Afişte iki çocuk var, herhalde henüz traş olmaya başlamışlardır. Belki de genç yetenekler gösterisi falandır, yazılanları anlamadığım için fazla yorum yapmak istemiyorum.

Deniz kenarında yürüyüp, parkı geziyoruz. Kiliseden çıktıktan sonra parkta gezinmek, ailelerin bir ritüeli olmalı. Çok sayıda şık giyimli aileyle karşılaşıyoruz. Kravatlı ceketli erkekler, yüksek topuklu hanımlar, pusette çocukları ile birlikte geziniyorlar. Bizde Pazar günü o kıyafetlerle yürüyüşe çıkan birini pek göremezsiniz. Yanımızdan geçenleri tuhaf tuhaf süzüyoruz.

Otele dönmeden önce alışveriş yapacak bir market buluyoruz. Bu, Granada’da bulduğumuz marketin Malaga şubesi, ancak biraz daha büyük. Henüz 22:00 olmadığı için bira ve şarap alabiliriz. Ben şarapların olduğu yere gelince küçük bir şaşkınlık geçiriyorum. Burası 24 saat açık olan bir market, aradığımız her şeyi bulamıyoruz. Bunu bir kez daha belirtmek istedim, çünkü şarap reyonu bizim en büyük marketlerimizle yarışacak büyüklükte. Belki de daha büyük. Biraz duraksadıktan sonra, bira da olacağına göre küçük şişe almaya karar veriyorum. Hemen seçenekler azalıyor, 2.5 € luk bir şarap alıyorum. Bakalım nasıl çıkacak.

Akşam dışarı çıktığımızda bir tek ben yemek istiyorum. Diğerleri henüz tok. Ben de çok aç değilim, ama tapas yemek istiyorum. Garson size bir porsiyon tapas getireyim diyor. Ben ne bileyim, önüme 4 ayrı tabak gelince şaşırıyorum. Üstelik bunlar sıcak yenmesi gereken et ve deniz ürünleri. Kötü değiller, ama harika da diyemem doğrusu. Turistik yerlerde karşılaşılan standart yemekler. Bitiremiyorum.

Son bir şehir turuna çıkıyoruz. Arkadaşlar, bir gün önce de denediğimiz dondurma gibi satılan yoğurtlardan alıyorlar. Ben yine tadına bakmakla yetiniyorum. Külahın üzerine o kadar çok koyuyorlar ki, bitirememekten korkuyorum. Aslında fena değil, soğuk yoğurdun üzerine değişik soslar döküp ikram ediyorlar. Sorun bende. Öyle kocaman bir porsiyon yerine azar azar sıra ile gelirse bitirebilirim, yoksa yemek kalır. Psikolojik herhalde.

Bu şehir gece hayatı ile ünlüymüş. Gece yarısından sonra açılan diskolarda insanlar sabaha eğlenirmiş. Ertesi günü sabah erkenden Madrid’e doğru yola çıkacağımız için hiç heveslenmedik.

Burada bir günümüz daha olsaydı, botanik bahçesini görmek, bir de flamenko gösterisi seyretmek isterdim. Endülüs yöresine ait olan bu kültürün gösterileri diğer şehirlerde de var, ama otantikleri burada veya Granada’da olurdu diye düşünüyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder