29 Ağustos 2011 Pazartesi

GÖKÇEADA - 1

Ailedeki adı İmrozdur onun. Babam ilkokulu dört yıl burada okumuş. Dedesinin yanında. Büyük dedem, İmrozda görev gereği bulunan Türklerdenmiş, yerlilerin tümü Rummuş. Küçük bir kasabaymış, ama değişikmiş. Mesela birkaç serseri Rum genci köylülerden birinin kuzusunu çalıp yemiş. Ada halkı hırsızları yakalayıp, kuzudan arda kalan ne varsa boyunlarına asıp gezdirmiş ortada. Mahkeme falan sonra.

İzmir’den Gökçeada’ya gitmek, İstanbul'a gitmekten daha uzun sürüyor. Sabah yola çıkıyoruz, hadi Çanakkale’ye kadar gidiyoruz. Çanakkale’de çok fazla beklemeden Gelibolu tarafına geçiyoruz, sonra beklemeye başlıyoruz. Çünkü adaya bir vapur var, onu kaçırırsak başka şansımız yok. Bu riski göze almak istemeyen tur yöneticimiz, bizi iki saat öncesinden vapur iskelesinin oraya getiriyor. Uyduruk bir kahve, girmek isterseniz bir deniz var. Güneşlenecek kumsal yok, doğru dürüst soyunup giyinecek yer yok. Zannedersem bizden kimse girmedi orada.

Ben yine gezinin başına döneceğim. Sabah erkenden yola çıkıyoruz. Rehberimiz bir arkeolog. Şükrü Bey, “manava uğradım, iki kilo patates aldım” dese bile melodik konuşma tarzıyla karşısındakine lafını dinleten biri. Bir de mitolojiden söz açınca kendimi Kordon’da, sabah serinliğinde kahvaltımı etmiş, denize karşı kahvemi yudumlarkenki ruh halinde buluyorum. Keyifle hafifçe arkaya doğru kaykılıp manzaranın tadını çıkartıyorum.

Tarihte İmroz halkı Prohelen olarak tanımlanıyor. İsminin kaynağı olduğu düşünülen bereket tanrıçası İmbros da bu dilden. İmrozlular, Homeros'a göre Truva Savaşında Truvalıların yanında yer almış. Kendilerini Anadolu'nun bir parçası olarak görüyorlar.

Bir de İmroz-Tenados (Gökçeada-Bozcaada) arası Achileos'un annesi Thetis'in sarayının, İmroz-Semadirek arası Poseidon'un kanatlı atlarının ahırlarının bulunduğu düşünülürmüş.  

Çanakkale’ye gelince insanı bir hüzün basıyor. Şehitler Anıtı uzaktan görünüyor. O sene pek çok okul mezun vermemiş. Verememiş. İstanbul Tıp Fakültesi, İstanbul Erkek Lisesi… Bu liste uzayıp gider. Şehitlikte Rum, Ermeni vatandaşlarımız da arkadaşlarının yanına yatıyor. Hatta yanlış hatırlamıyorsam bir Ermeni yurttaşımız, “Hristiyanım diye beni o gavurların yanına gömmeyin sakın” diye vasiyet etmiş. 

Vapur tıklım tıklım, iki saati biraz geçen bir yolculuktan sonra Gökçeadaya varıyoruz. Korkuyorum. Aileden gidip görenlerin yaşadığı o büyük hayal kırıklığının tekrarından korkuyorum. Ada tamamen "Egeli" iken var olan güzelliklerin perişan hale getirilmesini fark etmekten korkuyorum. Gerçi benim ilk ziyaretim, ama anlatılanlar var.

Akşama doğru otelimize varıyoruz. Adada pek çok otel, pansiyon var. Bunun nedeni sörf. Rüzgar sörfü yanında “kite surf” dedikleri uçurtma sörfü diyebileceğimiz bir başka spor daha yapıyorlar.

Akşam yemeği açık büfe. Bu gibi durumlarda ben soğuk yemeklere ağırlık veriyorum. Sıcak kalsın diye bütün gece alttan ısıtılan kaselerde duran yemeklerin bir tadı olmuyor çünkü. Muhtelif salatalar, kızartmalar var,ve güzel. Mostralık bir balık salatası var. Dört bir yanı denizle çevrili bir yerde bu kadarcık balığa hayret ediyorum. Bu topraklarda neredeyse 1000 yıldır yaşıyoruz, hala tam anlamıyla faydalanmayı öğrenemedik.

Meyveler, özellikle üzüm lezzetli. Babamın anlattığına göre buraları eskiden bağlık ve zeytinlikmiş. Türlü nedenlerle o bağlar sökülmüş. Ada kültürü gitmiş, yerine bambaşka bir şey gelmiş. Yazık.

Hava o kadar serin ki, uzun kollu penye ve çorap iyi geliyor. Bu arada İzmir’in sıcaktan yanıyor olması bize değişik bir his veriyor!

2 yorum:

  1. Bağ ve üzümlerin kaybı, adadaki Rumların ayrılmasından sonra.. Bizimkilerin eşşekliği. Üzümden şarap yapılıyor diye, bağları söküyorlar. Ya sofralık üzüm dikiyorlar ya da hiçbir şey. Egenin genel kaderi bu maalesef. Denizleri kurutan da biziz. Bir yerde görmüştüm, Anadolu kıyılarında yaşayan balıkların haritasını. Akla gelmedik sayıdaydı. Balığa meraklı olmama rağmen, adlarını ilk kez duyduklarım vardı. Nesli kurutulmuş. Bir kısmı da besin zinciri kırılınca, kaybolup gitmiş.

    YanıtlaSil
  2. Haklısın, ama burası Ege'den farklı. Ege'de hemen her yerde bir yerli halk varmış zaten. Yeniler ve eskiler zaman içinde kaynaşmışlar. Bazısı az, bazısı çok, ama bir etkileşim olmuş aralarında.

    İmroz'da yerli halk tamamen Rum. Yenilerle aralarında hiç bir iletişim yok. Herkes kendi dünyasında yaşıyor, aktarılacak bir kültür de olmuyor. Bu da hemen kendini belli ediyor maalesef.

    YanıtlaSil