20 Mayıs 2010 Perşembe

VAN'DA SON GÜN




Son günümüze sabah erkenden Van kalesine tırmanarak başlıyoruz. Benim başımın ağrısı yine dolaşırken geçiyor. Sonradan bu baş ağrılarının geziye çıkmadan kaptığım virüsün başının altından çıktığını öğreneceğim. Neyse ki gezimi ziyan etmiyor. Kalenin üzerinden tüm Van şehrini (eski ve yeni) olduğu gibi görebiliyoruz. Kaleyi gezdikten sonra bizimle birlkte gelmeyen arkadaşları da alarak kahvaltı etmeye gidiyoruz.
Van kahvaltısı meşhur. Biz de oradaki en turistik yere gidiyoruz. Ufak bir sorun, biz “en turistik” yerleri pek sevmiyoruz. Ama ne yapacak bir şey yok. Girer girmez bizi salonun sahibi karşılıyor. Güleryüzlü ve ilgili. Bizi yerlerimize oturtuyor, ve sorulara başlıyor. Benim küçükken annemin yurttaki öğrencilerine sorduğum “dört fil bir arabaya nasıl sığar” - “ikisi öne ikisi arkaya” tipi sorular bunlar. Yirmili yaşlarımdayken arkadaşlarmın yanında kahkahalar atarak bana bu soruları tekrarladıklarında pek gülmemiştim doğrusu.

Bunlar da “Türkiye’nin en dertli ilçesi neresi” – “Of ilçesi” türevleri. Bilen hediye kazanıyor. Yalnız herkese bir hediye vermek istediği için bazen bilenin yanındakine de hediyeyi fırlattığı oluyor. Bu bütün kahvaltı boyunca devam ediyor, olur da bize fırlatırsa diye yerken tetikteyiz. Şamatadan ne yediğimizi bilemiyoruz.

Kahvaltıda bize ilginç gelen birkaç şey vardı. Murtuga, un kavurması üzerine çırpılmış yumurta gezdirilerek yapılıyor. Kavut da kavrulmuş buğday unu ve sade yağ karışımı bir yiyecek. Bunların ikisi de balla birlikte yeniyor. Biz kavutu biraz daha sevdik. Cacık için lor peyniri ve yoğurt karıştırılıp, içine sarmısak ve değişik otlar konuyor. Tereyağı ile birlikte servis ediliyor. Kaymak yine kurutulmuş, üzerine tereyağ ve ceviz koymuşlar. Bunların dışında bal, gül reçeli, sucuklu yumurta, otlu peynir, zeytin, tahin-pekmez gibi daha tanıdık yemekler de yiyoruz.

Kavaltıdan sonra Van müzesini geziyoruz. Buradan en çok aklımda kalan, şu kadar bin yıllık diye bahçede duran bir mezar taşının sonradan sahte olduğunu öğrenmemiz. Bir süre öncesine kadar üst katında Zeve köyünde Ermenilerin gerçekleştirdiği katliamın fotoğrafları varmış. Ayrıca konu ile ilgili kitaplar da sergilenmekteymiş. İnfial yaratıyor diye kaldırmışlar. Bence iyi etmişler. Ne yani, biz de onları mı öldürelim.

Van müzesi de Arkeolojik ve Etnografik eserler diye iki kısma ayrılmış. Arkeolojik döneme ait mezar taşları, silahlar ve kaplar var. Bahçede Akkoyunlular ve Karakoyunlular zamanından koç ve koyun şeklindeki mezar taşlarının yanında bizim “çakma” mezar taşı da sergileniyor. İçeride de kaya resimleri, yazıtlar, duvar mozaikleri görülebiliyor. Etnografik eserlerde takılar, mutfak kapları ve el yazması kuranlar duruyor.
Sonra Yedikilise’ye (Varagavank) gidiyoruz. Burada kalan tek bir kilise var, o da her an yıkılacak gibi duruyor. Her nedense hiç de eski görünmeyen bir ev, kilisenin duvarına dayanmış. Bu hem kilise için, hem de o evde yaşayanlar için tehlikeli. O eve izin veren zihniyet, yarın öbür gün ev kilise ile birlikte yıkılırsa “kader” diyecek.
Kiisenin kapısının üzerindeki yazı ve kabartmalar aynen duruyor. Ermeniler taş işçiliğini iyi biliyor. Kilisenin içinde de çok güzel resim ve motifler var.
Çıkışta küçücük kızlar etrafımızı sarıyor. Her birinin elinde birer yemeni, satmaya çalışıyorlar. Bir tane alayım diyorum, ama bozuk param çıkmayınca ikinciyi almak zorunda kalıyorum. Bir anda hepsi etrafımı sarıyor. Yaşları biraz daha büyük olsaydı paniğe kapılabilirdim. Neyse ki hepsi 8-10 yaşlarında.

Van’daki son yemeğimizi Hisar Ev emekleri’nde yiyoruz. Rehber burasını özellikle sona bırakıyormuş, çünkü sonra kimse diğer lokantaları beğenmiyormuş. Kendimi gurme turuna çıkmış gibi hissettim. Her bakımdan. Bütün yemeklerden azar azar tattırdılar. Sıra ile ayran aşı, içli köfte, su böreğii, kefal sarma, yaprak sarma, keledoş, guveç-pilav ve sütlaç.

Favorilerim keledoş ve kefal sarma. Keledoşu Kadıköy Çiyada yemistim. - Çiya Kürtçe dağ demekmiş, burada öğrendim.- O suluydu, bu çok başka. Tadını çıkarayım derken acılı yaprak sarmayı soğuttum. Kefali de temizleyip içine otlardan dolduruyorlar, şişe sarıp kızartıyorlar. Bu şekilde tadı çok güzeldi. Kafayı çalıştırınca oluyor yani.

Yemekten sonra Meherkapı’ya gidiyoruz. Urartular zamanından, kayayı niş şelinde oyup içine iki çerçeve yapmışlar. Hiç açılmayacak bir kapı gibi duruyor. Urartulara göre bu tip kapıların içinden tanrılar çıkarmış. İşin komik tarafı, halk hala bir şekilde böyle bir şeye inandığı için bu kapılar tahrip edilmeden günümüze kadar gelmiş.

Buna benzer bir inanışı da Van Kalesi’nde görmüştük. Evlenmemiş kızlar, kendilerini taştan oyulmuş kaydırak benzeri bir yerden aşağıya yuvarlıyorlar. Bu şekilde evleneceklerine inanıyorlar. Oysa o “kaydırak”, kesilen kurbanların kanı aksın diye yapılan su yolundan başka bir şey değil.

Son olarak meşhur otlu peynirden almak için Peynirciler Çarşısına gidiyoruz. Pek alışık olmadığımız şekilde satışa çıkarılan peynirleri almakta zorlanıyoruz. Biraz tuzlu olmakla birlikte değişik bir peynir. Ancak gerçek otlu peynir yemek için buranın yerlilerinin misafiri olmak gerekiyormuş. Yağı tuzu tam yerinde oluyormuş o zaman.

Havaalanına doğru giderken ben bir sonraki geziyi düşünmeye başlamıştım bile. Hep böyle yaparım zaten. Her zaman gerçekleşmesi gerekmiyor, hayal kurması bile güzel. Karadeniz mi daha iyi olur, yoksa Mardin mi, Murathan Mungan’ın bahsettiği dolmalar nasıldır acaba derken İzmir’e gelmişiz. İzmir’I de özlemişim bu arada. Gezilerin dönüşü de güzel geliyor bana. Hemen yazıma nasıl başlayacağımı düşünüyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder