“Merdiven kenarında oturmak istiyorum.”
Görevli bana tuhaf tuhaf bakıyor, anlamıyorum.
“Pencere kenarı demek istediniz herhalde.”
Jeton düşüyor. Eh, sabahın kör vakti, “on-line chech in” sistemine alışınca pratiğimi de kaybetmişim, yarı uyur halde konuşunca böyle oluyor.
Son kez bu saatte havaalanında böyle bir talepte bulunmuştum. Bu kez sıkıcı bir toplantıya değil de, Kars’a gidiyor olmamız bana biraz enerji veriyor. 06:40 uçağıyla doğrudan Kars’a gidiyoruz.
Heyecanlıyım. Gerçek anlamda Ankara’nın doğusuna ilk defa geçen sene geçmiştim. Bu ikinci, ve hedef Kars. Bir İzmirli olarak oralarda ne görebileceğimi bilemiyorum. Ani harabeleri, peynirler, bal ve kaz.
Kars ismi bir söylentiye göre “karsak tilkisi”nden, bir başkasına göre de Gürcü dilinde “Kapı Kenti” anlamına gelen “Karis Kalaki” den gelmekte. Birincisi doğruysa, Türkçe isim taşıyan en eski ilimiz. Her ilin adının nereden geldiği konusunda değişik rivayetler vardır. Bunlar benim duyduklarım.
Uçakta pek iyi değildim. Kahvaltı niyetine pastahaneden gevrek alındı. Başım ağrıyor, azıcık alayım da ilacımı içeyim diyorum. Ama sıcacık ve çok güzel, biraz kendime geliyorum. Minibüs hiç beklemeden bizi Ani harabelerine götürüyor.
Ani surlarında gamalı haç var. Bu sembolün bu kadar eski olduğunu bilmiyordum. Kiliseler viran, ilk hallerini hayal gücümüzle düşünmeye çalısıyoruz. Temiz hava ve güzel yerler derken başımın ağrısı geçiyor, keyfim yerine geliyor. İnsanoğlu nankör, bu kez orası soğuk olur diye yanıma aldığım pamuklu hırka ve anorağı taşımaktan sıkılıyorum. Sanki İzmirdeyiz, hava o kadar sıcak.
Burası tarihi İpek Yolu nedeni ile bir zamanlar çok önemli bir bölge imiş. Türkler, Gürcüler ve Ermeniler yıllarca beraber yaşamış burada. Zerdüşt tapınağı, kilise ve cami yan yana duruyor. Önemli yapılar 8-13 yüzyılları arasında yapılmıs. Malazgirt savasından 7 yıl önce ele geçirilmiş. Alpaslan’ın Anadolu topraklarında namaz kıldığı ilk cami Fethiye Camii, Büyük Katedral iken isim değiştirmiş. İnşa edilen ilk Türk camii de Manuçehr Camii. Bir de tabi Ani denince akla gelen ilk resimde yer alan Halaskar Kilisesi. Burası bir zamanlar “Binbir kiliseli Şehir” diye anılırmış.
Rehber sürekli bizi uyarıyor. Karsı taraf Ermenistan. O kadar yakınız ki, taş ocağında çalışan insanları tek tek görebiliyoruz. Karşının fotoğrafını çekmek yasak. Önden uyarıyorlarmış, sonra da vuruyorlarmış. Bunu duyunca inadına o tarafa doğru çekiyoruz, ve uyarıyı alıyoruz! Ama Arpa Çay o kadar yakın ki, kimi yerlerde karşıdaki çiçekleri bile fark edebiiyoruz.
Harabelerden sonra yemeğe gidiyoruz. Bu kez grupta yalnız değilim. Benim gibi yöresel yemek diye tutturan başkaları da olduğu için bize özel kaz kesiyorlar. Kaz denince açıkçası aklıma iki şey geliyor. Birincisi yıllar önce Rejans’ta sırf garsonun ısrarıyla yediğimiz ördek. Birkaç kişi gaza gelip ısmarlamış, sonradan da masanın ördekleri ilan edilmiştik. Sert lastik çiğniyormuşuz gibi bir his hatırlıyorum.
İkincisi de, babamın sıklıkla söylediği bir taşlama. Kaygusuz Abdal’ın. Buraya bir dörtlüğünü aldım:
Sekizimiz odun çeker
Dokuzumuz ateş yakar
Kaz kaldırmış başın bakar
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
Dokuzumuz ateş yakar
Kaz kaldırmış başın bakar
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
Ördek olmak hoş değil, ama kaz olmayı hiç istemem doğrusu. Mevsimi de geçmiş, inşallah pişman olmayız diye kaygılanırken, bu kadar övüldüğüne göre mutlaka güzeldir diye düşünüp kendimi rahatlatıyorum. Gittiğimiz yer, KAMER diye kadınların kurduğu bir organizasyon. Sırf kadınlar çalışıyor. Önden aşotlu yoğurt çorbası getiriyorlar. Bildiğimiz yoğurt çorbasına benziyor, ama içinde buğday ve aşotu (kişniş) var. Kişniş çorbaya ayrı bir lezzet vermiş.
Ezme, sarma derken kaz geliyor ortaya. Kaz etli bulgur pilavı desek daha doğru olur herhalde. Kayık tabağa pilavı koymuşlar, üzerine de kaz etini ditmişler. Ben daha farklı bir yemek bekliyordum. Bulgur pilavı bana göre fazla pişmiş, çekinerek ete bakıyorum. Et güzel, ama iyi ki tuz koymamışım diyorum. Kazlara kar yedirdiklerini biliyordum, bir de tuza yatırırlarmış. İyi güzel de, bu kaz yeni kesilmişti, ne zaman tuza yattı anlamadım. Belki akşamdan koydular, sesimi çıkarmadan yiyorum. Yöresel yemek diye tutturduktan sonra beğenmedim dersem başıma geleceklerden korkuyorum. Üzerine ılık ılık Kars helvası yiyoruz. Bu da un helvasına benziyor.
Yemekten sonra Kar’s Otele gidip birer kahve içiyoruz. Kars’ta bir butik otel olması fikri bile hoş. Bahçesinde otururken gölgede kalmaya dikkat ediyoruz. Halbuki yanımıza kalın penyeler, ince atkılar falan almışız. Biz burayı böyle düşünmemiştik!
Sırada Kars müzesi var. Giriş serbest, görevliler güleryüzlü ve ilgili. Müze küçük ama güzel. Etnografya ve arkeoloji salonları var. Etnografya kısmında Osmanlı döneminden mutfak kapları, silahlar, el yazması kuran ve giysiler var. Bir de beni çok ilgilendiren takılar, gümüş kemerler. Arkeoloji kısmında yontma taş döneminden baslayarak tunç çağı, Urartu, Roma, Bizans ve Selçuklu dönemlerine ait silahlar, sikkeler, kaplar ve tabi takıların yanında dinazor kemikleri de var.
Müzenin bahçesinde Kazım Karabekir’in kullandığı bir vagon duruyor. Vagon, paşaya ait eşyalarla birlikte müzeye bağışlanmış. Fotoğraf ve bir kısım belgelere bakıyouz.
Müzeden çıkışta şehri gezelim diyoruz. Benim aklımda bir Kars var ki, değmeyin gitsin. Geniş caddeler üzerinde taş evler. İşi o derece abartmışım ki, herkese Karsa gidiyoruz diyorum. Halbuki asıl durak Van, orada üç gün kalacağız. Tabi o kadar yüksekten uçunca düşüş de biraz acıtıyor. Sokağa çıkınca bir de ne göreyim, gecekondudan hallice eciş bücüş evler. Tuhaf apartmanlar. Rehber bendeki hayal kırıklığını fark edince bir sokağa götürüyor bizi. Orada birkaç tane taş ev duruyor. Neden hiç bir şeyin kıymetini bilmiyoruz…
Alışveriş için peynircilere giriyoruz. Yanımda peynirden anlayan biri var diye rahatım. O da ne! Peynir bana tattırılıyor. Durmadan yemekten bahsetmenin cezası bu olsa gerek. Arkadaşım kararı bana bırakıyor. Bu arada gravyer peynirinin temmuz ayında yapıldığını, dolayısıyla doğru dürüst gravyer bulamayacağımızı öğreniyoruz. Balı da ben tadıyorum. Bu işten gerçekten anlayan insanlarla tanışınca “abdurrahman çelebi” olmak o kadar zevkli değil. Hatta insan bir şey bilmediğini anlayıp rezil olmaktan korkuyor. Ama ne gam. Sonuçta biz yiyeceğiz, kimseye ikram etmeyeceğiz. Alıyoruz bir teker kaşar peyniri, balları da seçiyoruz, iş bitiyor.
Akşam yemeği için otele dönüyoruz. Küçük bir Çorum krizi daha yaşıyoruz. Önümde tavuğu görünce notlarımı açıp şu yemeklerden bir tanesi bile yok mu diye soruyorum. Rehber bana internette her gördüğüme inanmamamı söylüyor, ben de ona Mehmet Yaşin’i okuyorum. Lokantanın ismi bile var, ama gidemiyoruz. Çünkü yemeğe burası ayarlanmıs, çünkü herkes yöresel yemek istemiyor, çünkü bu bir yemek turu değil. Ne yapayım, bu ülkede yemek turu yok, ben de bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyorum.
Kars’ta içimde kalan tek bir şey oldu. Akşam vakti kaleye çıkıp ışıklandırılan şehri göremedik. Sabahın köründe kalkıp bütün gün de yürüdüğümüz için kolumuzu kıpırdatacak halimiz yok. Yemekten sonra doğruca odalara çıkıp küp gibi uyuyoruz. Sabah erken kalkacağız.
kars'ı ufacıkken görmüş aslen karslı biri olarak oraları böyle dinlemek ilginç oldu. gidince ne yapılabilir diye bir fikir edinmemi sağladınız.. =)
YanıtlaSil