Bağımsızlık savaşlarında yüzlerce insanın öldüğü kale, bugün müze olarak kullanılıyor. Eski günlerde 21:00'de şehir kapılarının kapandığını belirten top atışı devam ediyor, ama yetişemeyeceğiz. 1490'larda Christoph Colomb adayı keşfediyor. Ölümünden sonra oğlu, adadaki en büyük katliamı yapıyor. Öyle ki, zaman içinde yerlilerin sayısı beşte birine düşüyor. Ada 16. yüzyıl sonuna kadar fazla bir önem taşımıyor. Ancak anakaraya giderken bir mola yeri olarak yararlanılıyor. Florida takasıyla İspanyollara geçerken yerlilerin kullandığı tütün keşfedilmiş, adada şeker kamışı üretimi başlamış durumda.Tarlalarda çalıştırmak üzere köleler getirtiliyor.
1800'lerin ikinci yarısında bağımsızlık hareketleri başlıyor. Ancak ilk savaşta 50,000 Kübalı ve 200,000 İspanyol adalı hayatını kaybediyor, ve ada İspanyol sömürgesi olarak kalıyor. 25 yıl sonra, 1890'larda José Marti ikinci bağımsızlık hareketini başlatıyor. İkinci savaşta da 300,000 Kübalının ölümü mutlu sonu getirmiyor. Adalılar tam savaşı kazanmak üzereyken, "gemimizi batırdılar!" bahanesiyle ABD adayı ele geçiriyor.1902'de ABD, Küba'ya bağımsızlığını ilan ettiriyor, ancak elini üzerinden çekmiyor. Ada mafya, fuhuş ve kumar cenneti olarak ünleniyor.
Bir sonraki durak anıtsal Capitolio. ABD senato binasının kopyası. Eski Kongre Binası, devrimden sonra ziyarete açılmış, kapalı yerde duran dünyanın üçüncü büyük heykelinin de sergilendiği bir müze ve kongre salonu haline getirilmiş. Restorasyonda olduğu için içeri giremiyoruz. Yanındaki Büyük Tiyatro, opera ve bale gösterileri için kullanılıyor.
Parque Central'da José Marti heykelinin yanından Floridita'ya doğru yürüyouz. Ernest Hemingway'in heykeli bara yaslanmış bize bakarken, pek sevdiği daiquiri kokteylini içiyoruz. Yanında yine muz kızartması, bir süre daha yesem alışacağımı düşünüyorum. Tamamen turistlere yönelik bu barda yine bir gruptan canlı müzik dinliyoruz. Duvarlarını yazarın fotoğrafları süslüyor.
Katedral Meydanına giderken, çıktığımız barın da bulunduğu Obispo Caddesini kullanıyoruz. Havana'nın en renkli caddelerinden biri, en bilinen mekanlar, turistik eşya satılan yerler, sanat galerileri falan hep burada. Yolumuzun üzerinde Sancho Panza, eşeğinin üzerinden bize selam yolluyor. Katedral, birbirine benzemez çan kuleleriyle şaşırtıcı. Meydandaki diğer binaların da çoğu bakımlı duruyor. Şehir elden geçiriliyor. Otelimize dönerken biz de Simon Bolivar'ı selamlıyoruz.
Şehir dev bir sauna ya da hamam gibi. En sıcak odaya geçmeden önce durulan yer vardır ya, işte öyle. Bazı arkadaşların üzerindeki giysiler dolaşırken sırılsıklam oluyor. Hava öyle nemli ki, astığınız eşyalar güneş görmeyen bir yerdeyse asla kurumuyor. Balkonlarda asılı çamaşırlara şaşkın şaşkın bakıyoruz. Bazı hanımlar çamaşırları nemliyken ütülemeyi severler. Burada o keyfi yaşamak için fazladan bir çaba göstermeye gerek yok, ipten alınan çamaşırlar her zaman nemli.
Akşam Klüp Tropicana'dayız. Paris'te Lido nasıl bir şeyse, burada da Tropicana öyle. Devrim öncesi Nat King Cole gibi ünlü sanatçıların şarkı söylediği klüp, şimdi birbirinden renkli dans gösterilerinin yapıldığı bir mekana dönüşmüş. Şortla, bermudayla girmek yasak. Girişte kadınlara karanfil, erkeklere puro ikram ediliyor. Kadın arkadaşlardan biri ben de puro almak istiyorum deyince "yalnızca erkeklere" cevabını alıyor. Cinsiyet ayrımcılığı için rejim fark etmiyor.
Gösteri sırasında Cuba Libre içiyoruz. Rom, kola ve misket limonundan yapılan bu içki de favorilerim arasına giremiyor.
Yazının içinde verdiğin tarihsel bilgiler için de çok teşekkürler.Sayende ne çok şey öğrendik.Resimler de harika.Emeğine sağlık Şule'cim.
YanıtlaSil