14 Temmuz 2011 Perşembe

MİDİLLİ - 1

Yoğun bir iş temposundan sonra hafta sonu tatilini bir gün uzatıp Midilli’ye gidiyorum. Cuma sabahı erkenden yola çıkıp Foça’da vapura biniyoruz. Vapur deyince aklınıza başka bir şey gelmesin. Bizim Alsancak-Karşıyaka hattında çalışan deniz motorlarından bir boy büyük deniz araçlarından. Öyle ki, görevliye “vapur bu mu” diye sormak ihtiyacını hissediyorum. Arkamdan “”burada başka vapur görünüyor mu” diye kendi aralarında konuşuyorlar, duymazdan geliyorum. 

Baştan, erken gidelim, güneşte kalmayalım havasındayım, ama hiç öyle kaygılanmaya gerek yok. Vapurda taş çatlasa otuz kişi var. Güneş mi geldi, yerimizi değiştiriveriyoruz. Yukarısı, aşağısı bizim. Benim İspanya’da ağzım yanmış. Önden aman bavullara göz kulak olalım derken, her şeyi yukarıda bırakıp aşağıya kapalı kısma geçiyoruz. Sanki kapatmışız vapuru.

Yol iki saatten biraz fazla sürüyor, biraz da geç kalktığı için Midilli’ye vardığımızda açlık ve sıcaktan bitap haldeyiz. Rehberimiz bizi karşılıyor, otele eşyaları bıraktıktan sonra hemen dışarı çıkıyoruz. Rehber bize binaları ve sokakları tanıtmaya çalışıyor, milletin açlıktan gözü dönmüş durumda. Kimse hiç bir yere bakmak istemiyor, ama maalesef yemek yiyeceğimiz yere yürümek durumundayız. Geçtiğimiz yerlerde de birkaç dakika durup binaları inceliyoruz.

Midilli’nin en önemli kiliselerinden birinin önünden geçiyoruz. Ayios Therapondas Kilisesi. Açık olsa içine gireceğiz, ama kapalı. Kısa bir açıklama, ve yola devam. İleride viran bir cami görüyoruz. Midilli Tarih Kurumu tarafından 2000 yılında restorasyonu başlamış, ama bir nedenle yarım kalmış. Zamanında oldukça görkemli bir yapıymış.

Oradan çıkıp başka bir caminin önünden geçiyoruz. Bu yapı ayakta, ama cami olarak değil de depo olarak kullanılıyor. Ayvalıkta da depo olarak kullanılan bir kilise olduğunu söylüyor turdakilerden biri. Karşılıklı bir “kıymet bile” durumundayız.

Osmanlı zamanından kalma bir kahvehane, hala aynı amaçla kullanılıyor. Yemekten sonra buraya gelip kahve içeceğiz.

Çok şükür, yemek yiyeceğimiz yere geliyoruz. Yemekler gelene kadar herkes masadaki ekmeklere saldırıyor. Biz salata, ahtapot ve kalamar ızgara, bir de kabak çiçeği kızartması söylüyoruz. Doyar mıyız acaba diye düşünürken, rehberimiz, iki kişiye bu kadar yeter diyor. İyi ki de diyor, çünkü porsiyonlar bizim alıştığımız gibi değil. Bir de millet önden ekmeklere saldırdığı için de olabilir, pek çoğumuza yemek fazla geliyor.

Lokanta bir anda doldu diye midir bilemiyorum, ama garsonlar biraz şaşkın. Siparişleri karıştırıyorlar, bazısını unutup bazısını iki kere getirmeye kalkıyorlar. Onun dışında şöyle bir sorun yaşıyoruz. Burada adet, ahtapot ve kalamarları güneşte kurutup öylece pişirmek. Yani bir karışıma yatıralım, bir gün bekletelim falan gibi dertleri yok. Onların olmayan dert, olduğu gibi bize devroluyor. Gerek ahtapot, gerek kalamar oldukça sert. Kesmekte ve çiğnemekte zorlanıyoruz. Bir de kesmeden, bütün halinde getirdikleri için resmen bir savaş yaşıyoruz. Neden böyle diye sorduğumuzda cevap basit, marine ederlerse tadı bozuluyormuş!

Kabak çiçeği kızartmasını ilk defa yiyorum. Una bulayıp kızartmışlar, tadı güzel. Keserseniz, içinde bir miktar turuncu yaprak görebilirsiniz. Şişman bir mücver gibi. İçinde peynir ve dereotu vardı sanırım. Porsiyonlar büyük, biz yemekleri iki kişi paylaşıyoruz, ve tıka basa doymuş halde masadan kalkıyoruz.

Yemekten önce gördüğümüz Osmanlı zamanından kalma kahvehaneye geçiyoruz. İçeride eskiden kalma duvar resimleri var. Daha önce gittiğim adalardan birinde öğrenmiştim. 1974 yılına kadar “türk kahvesi” adıyla sattıkları kahveyi, artık “yunan kahvesi” diye satıyorlar. Aynı bizim kahve, yalnız daha mı az kavuruyorlar bilmiyorum, biraz daha hafif geliyor bize.

Rehberimiz bize yol gösteriyor. Şu an siesta zamanı. Ya kahvede oturacağız, ya da otele gideceğiz. Biz kahvede oturmayı tercih ediyoruz. İspanya’da sen misin o kadar şikayet eden, al sana Midilli. Burada siesta tamamen farklı bir şekilde yorumlanıyor. Dükkanlar 14:00 gibi kapanıyor, ve mesai bitiyor! Haftanın bazı günleri akşam üstleri lütfen açıyorlar. Cuma, bu günlerden biri, Cumartesi değil. Buradaki dükkan sahipleri parasızlıktan yakınmasın, bizim dükkanlarda çalışanları üstlerine salarım.

Teorik olarak dükkanlar 17:30-18:00 gibi açılacak, biz de ona göre kalkıp önden Ayios Therapondas Kilisesine bakmaya gidiyoruz. Burası benim yurt dışında gerçek anlamda gördüğüm ilk ortodoks kilise. Şimdiye kadar hep katolik memleketlere gitmişim, merak ediyorum. Katolik kiliselerle en büyük farkı, din görevlisinin durduğu yerim arkasında bulunan ikonalar. Bildiğim kadarı ile katolik olanlarda böyle bir şey yok. Sağ tarafta bir ahşap koltuk, üzerinde uzun bir tespih. Sol tarafta bizim minberlere benzeyen bir merdiven. Bunlar neyi ifade ediyor, bilemiyorum.

Sabahın o saatinde masanın üzerine bıraktığım şapkamı almayı unuttuğum için dükkanlara takılmış durumdayım. Bu dalgınlığım yüzünden yakında bir şapka koleksiyonum olacak evde. Caddede bir ileri bir geri turluyoruz, dükkanlar 19:00 civarı açılıyor. Bir koşu alacaklarımızı halledip otele dönüyoruz, çünkü 20:30’da akşam yemeği için buluşacağız.

Akşam tepede, Bayraklı’da koca apartmanlar önünü kapatmadan önce Tantalos gibi manzarası olan bir yere gidiyoruz. Gün batımı mükemmel, şehir tabak gibi altımızda. Belki Tantalos’u biraz daha yukarı taşısalar, daha iyi olacak. Ama önüne yine apartman yapılmama garantisi yok bizim memlekette.

Yolda muhteşem evler görüyoruz. Ayvalık’ta tek tük görülen cinsten, büyük taş evler. Bahçelerinde sardunyalar, başka çiçekler var. Yenileri daha üst sokaklarda. Onlar bizim lüks semtlerdeki evlerimize benziyor.

Önden salata ve kuru cacık geliyor. Arkasından tuzlu sardalya yiyoruz. Sabah tutulmuş sardalyalar, akşama kadar tuzda bekletiliyor. Ayrıca pişirilmiyor, tadı harika. Favayı bezelye ile yapmışlar. Değişik, ama güzel.

Ahtapot ve kalamar ızgara değil, öğlenki şikayetimizi dikkate alan rehberimiz onları sosta yaptırmış. Beğeniyoruz. Karides tereyağında pişirilmiş. Üzerine tekir balığı kızartması yiyoruz. Bunların hepsi sabah tutulmuş, akşama kadar hazırlanmış deniz ürünleri. Hepsini beğeniyoruz, ama bir ikincisini söyleyemiyoruz, çünkü porsiyonlar büyük, biraz daha yersek masadan kalkamayacağız.

Arada gelen peynir kızartmasını ayrıca belirtmek istiyorum. Özel bir peynir, sudan geçirilip una bulandıktan sonra zeytinyağında kızartılıyor. Ailecek peynir kızartmasına bayılırız, ama bizim peynirler artık kızartması yapılacak halde değil. Kızartılınca tuhaf sıvımsı bir hale geliyor. Bu peynir öyle değil. Eski tulumlar gibi. El alem yüz küsur yıldır aynı usullerle yapıyor peynirini, tadı hep aynı kalıyor. Ben çocukluğumun tulum peynirini senelerdir yiyemiyorum. Peynir üreticilerine buradan sitemlerimi yolluyorum!

Tatlı olarak yoğurt üzeri reçel geliyor. Burada yoğurt bizimkinden azıcık farklı, biraz daha tatlımsı gibi. Üzerine vişne, incir ve fıstık reçeli koymuşlar. Ben fıstık reçelinin üzüm reçeli olduğunu iddia ediyorum, çünkü şimdi bizim hayatta olmayan bir akrabamız kireç suyunda beklettiği üzümlerden buna benzer kıtır kıtır bir reçel yapardı. Ama yediğimiz fıstık reçeli, ve ben yeşil fıstığın nasıl bu hale geldiğini anlayamıyorum.

Akşamı birer "yunan kahvesi" içerek bitiriyoruz.

12 yorum:

  1. Çok ballandıra ballandıra anlatmışsın valla. Orada olasım geldi. Kesinlikle görülmesi gereken bir yer.

    Demek "peynir üreticilerine sitemlerini gönderiyorsun?" ;) .. Yakınlarda nerde buluruz bir peynir üreticisi bilmem... :))

    Bu arada Manisa da çocukluğumuzun tulum peynirlerinden hala üreten mandıralar var.

    Türk kahvesinin adını yunan kahvesi olarak değiştirmelerine kılım ama ne olursa olsun.

    YanıtlaSil
  2. O sitemler yerine gider. :)) Tulum peyniri için Manisa'ya gidebilirim yani. İzmir'de satışı var mı onların?

    Kıbrıs harekatından sonra kahvenin adı değişmiş, inat edersen "türk kahvesi yok" deyip gidiyorlar. Yaptım, biliyorum.

    YanıtlaSil
  3. Benim de şimdi orada olasım geldi:) süper anlatmışsın Şulecim.Klavyene sağlık.Biz de bugün vişne ayıkladık.Bayılırım reçeline.Bir de peynire bayılırıum.inşallah bir gün ben de giderim:) sevgiler.

    YanıtlaSil
  4. Ah, vişneyi nerede buldun? Ben bu sene hiç bulamadım. Benim de en sevdiğim reçel vişnedir.

    Gidecek olursan haber ver, dükkanları söyleyeyim.

    YanıtlaSil
  5. Aslında gitmek hayal benim için:)Çok teşekkürler Şulecim.Umarım beraber gideriz bir gün:)

    YanıtlaSil
  6. Bizim manava gelmiş.Babam almıştı.Bostanlı pazarına baktın mı?

    YanıtlaSil
  7. Bugün sonunda beraber çalıştığım arkadaş bana vişne getirdi. Kış nasıl geçecek diye üzülüyordum. Bostanlı pazarına gitmeye zamanım olmamıştı.

    İnşallah bir gün beraber gideriz Midilli'ye. Çok güzel çünkü.

    YanıtlaSil
  8. çok sevindim canım.Afiyet olsun.Pazara gitmeyeli çok oldu.Biz hep manavdan alıyoruz.Günlük getiriyor.İnşallah gideriz.sevgilerimle.

    YanıtlaSil
  9. burnumuzun dibi ama gitmek kısmet olmadı.Vize istiyor değilmi?

    YanıtlaSil
  10. Evet, vize istiyor. Kalksa, belki bizden fazla sevinecekler aslında. Ana karadan çok daha yakınız onlara, ve iyi alış veriş ediyoruz. :)

    YanıtlaSil
  11. Merhaba,
    Hangi, tur şirketi ile gittiniz acaba Midilli'ye? Biz de bayramda gitmeyi düşünüyoruz da...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ampuria ile gittim. Güzeldi, tavsiye ederim.

      Sil