28 Ekim 2011 Cuma

KAHRAMANMARAŞ VE GAZİANTEP

Baştan kararlaştırdık, öğlen yemeğini biraz geç bir saatte Kahramanmaraş'ta yiyeceğiz. Sabah sıkı bir kahvaltı yaptık ki, öğlen erkenden acıkmayalım. Hatta Seyhan Nehri kıyısında dolanırken nefis kokuların yükseldiği kebapçıyı da görmemezlikten geldik. Ancak yol uzun sürdü. Artık hepimiz şunu kesinlikle biliyoruz ki, Adana Kahramanmaraş arası öyle bir-iki saatte falan aşılmıyor. Şehre vardığımızda saat 16:00 olmuş, müze kapanmak üzere. Kimsenin hatası olmayan bu durumu dert etmiyoruz, ve doğrudan müzeye gidiyoruz.

Kahramanmaraş'ta bir arkeoloji müzesi, bir de açık müze var. Arkeoloji Müzesi henüz ziyarete açık değil. İçinde muhtelif mozaikler, heykeller, kabartmalar ve hayvan kalıntıları yer alacak. Hayvan kalıntılarının en ilginci de, kemikleri birleştirilip ayağa kaldırılmış 3500 yıllık bir fil iskeleti olacak.

Kayıp Germanicia Antik Kentinin yer aldığı müzeyi geziyoruz. Roma imparatoru Gaius Caesar Germanicus (Caligula) onuruna bu ismi alan kent, antik haritalarda gösterilmesine rağmen bu güne kadar bulunamamış. Ortaya çıkma hikayesi ilginç. Bir vatandaşımız, evinden gizlice çıkardığı taban mozaiklerini satmak üzereyken yakalanıyor. Bu şekilde başlayan soruşturma ile kayıp kent bulunuyor. Şehirde bir kaç mahalle, olduğu gibi sit alanı ilan edilmiş. Buralarda yer alan evlerin pek çoğunun tabanında tarihi mozaikler var. Yavaş yavaş koruma altına alınıp bütünüyle açık müze haline getirilmeye çalışılıyor.

Nihayet vuslat hasıl oluyor! Küçük Ev Et Lokantasındayız. Önden ekşili çorbalarımız geliyor. Bu çorbayı ilk defa tadıyorum ve beğeniyorum. Az acılı, az sarımsaklı. Üzerine yaprak sarma, kuru patlıcan ve biber dolması geliyor. Dolmalar da acılı, ama güzel. Sırada bulgur pilavı ve içli köfte var. İçli köfte haşlanarak yapılmış, çok hafif. Üzerine mumbar dolması yiyoruz. Uzun zamandır yemediğimden midir, inanılmaz hoşuma gidiyor. Üzerine bir de ekşili köfte istiyoruz, ama bittiği için yiyemiyoruz. Diğer masadakilere göre harika bir köfte kaçırmışız.

Tatlı olarak şöbiyet ve dondurma geliyor. Buralara has bir özellik, ikisinin de üzerinde bol miktarda fıstık var. Fıstık, tatlı ve ben, üçümüz bir araya gelince anlaşamıyoruz. İkili olunca her şey daha güzel oluyor. Birer parça alıyorum tatlılardan.

Buranın bir de tarhanası meşhur. Tarhana almak için bir dükkana giriyoruz. Tarhanalara bakalım dediğimizde önümüze pek çok çeşit çıkıyor. Kaymaklı, kızarmış, acılı, çerezlik ve çorbalık tarhanalar ayrı ayrı satılmakta. Şaşkına dönüyorum. Bir taşla iki kuş vurmak için çerezlik tarhana alıyorum. Cips gibi yenilebildiği için adı cips tarhana. İstediğim kadarı ile de çorba yapabilirim.

Kahramanmaraş'ın bunların dışında dondurması, salçası, biberi ve sucuğu meşhur. Gezinin ilk gününde alışverişimi bir paket cips tarhana ile sınırlıyorum. Yoksa ipin ucu kaçacak.

Gaziantep'e vardığımızda, bir saat sonra buluşmayı planlıyoruz arkadaşlarımızla. Önden şehri biraz dolaşıp bir çay bahçesine oturuyoruz. Dolaşırken aldığımız taze fıstıkları yemeye çabalıyoruz. Maalesef çoğunun kabukları açılmamış. Durmadan üstteki taze kısmı soyup kabuğa ulaşınca kenara bırakıyoruz. Bunun bir çaresi olmalı.

Fıstıklarla uğraşmaktan sıkılınca başka bir program yapmaya sıvanıyoruz. Şehre geç kaldığımız için kimse akşam yemeği yemek istemiyor. Zaten sayılı günümüz var, gitti bir öğün diye hayıflanıyorum. Neyse ki bu konuda yalnız değilim. Akşamüstü beşte yediğimiz yemekle yatmayalım, sonra acıkırız diyoruz. Saat onu geçtiği için, garsonlara açık bir yer bulabilir miyiz diye soruyoruz. Bulabilirmişiz. Şuradan biraz yürüyünce Aşina varmış. Aşina, bize tavsiye edilenler listesinde olduğu için hemen atlıyoruz.

Yola çıktıktan bir süre sonra yolumuzu kaybediyoruz. Tarif edenlerin hepsinin ortak bir noktası var, başka tür metre kullanıyorlar! İki-üç yüz metre dedikleri yer git git bitmiyor. Sonunda  taksiye binmeye karar veriyoruz. Taksiciye yeri söylüyoruz, bu arada konuşmalarımıza o da katılıyor. Daha önceden otel taksisi olarak çalıştığını öğreniyoruz. Sabahları çok müşteri taşımış. Nereye diye sorduğumuzda, cevabını "Senin maaşın kızımın kuaför masraflarını bile karşılamaz evlat!" havasında veriyor:

"Doktora!"

Pöh! Ben de ona "Şu gördüğün banka babamındır. Muhallebi çocuğu olmayayım diye böyle çalışıyorum şimdi." edasıyla cevap veriyorum:

"Antakya yemeklerinden daha mı ağır buradakiler?"


Susuyor. Yine de dikkatli olmamızı söylemeden edemiyor. Aşina'ya geldiğimizde bir sürprizle karşılaşıyoruz. Lokanta kapalı, baklava satan kısmı da kapanmak üzere. Belki bir yer öğreniriz diye içeri giriyoruz. Derdimizi anlattıktan sonra dükkan sahibi bizi şoka sokuyor. Üç ayrı yere telefon ettikten sonra bize bir çorbacı buluyor. Hatta gidin, falan ustaya benim selamımı söyleyin diyor. İstersek evde hanımına yaptırabileceğini belirtiyor, iyice mahcup oluyoruz. Taksimizi de o ayarlıyor, bize sadece arabaya binmek kalıyor. Dükkan sahibinin torpili inişte de devam ediyor, taksici para almak istemiyor. Neredeyse zorla veriyoruz. Böyle insanlarla tanışmak, bana yaşama sevinci veriyor.

Kelebek, muhtelif çorba servis edilen bir yer. Buradakiler gibi sabaha kadar açık herhalde. Girişte bakır sahanlar içinde haşlanmış pirinç üzerinde ditilmiş etler duruyor. Masaya oturur oturmaz nane, soğan, salata ve turşu geliyor. Ardından üçümüz beyran söylüyoruz. Temkinli olan grubun diğer yarısı mercimek çorbası içiyor. Beyran, içeri girerken gördüğümüz ditilmiş etlerin üzerine et suyu, sarımsak, biber ve baharatlar konup kaynatılarak yapılıyor. Az acılı söylüyoruz. Önden bir şey anlamıyorum, bitmesine yakın birden acılaşıyor. Biberler dibe çökmüş gibi. Oldukça doyurucu bir çorba, daha doğrusu yemek. 

İçimiz rahat,karnımız tok, otelimize dönüyoruz. Ertesi gün eski ve yeni mozaik müzelerini gezip şehri dolaşacağız.




27 Ekim 2011 Perşembe

GAZİANTEP YOLUNDA ADANA

Bozcaada dönüşü koltuğumda yarı uyur yarı uyanık gezinin özetini dinlerken birden kulağıma Zeugma, Antep ve yemek kelimeleri takılıyor ve hemen doğruluyorum. Arkeolog danışmanımız Şükrü Bey'in yakın tarihte gidilecek yerleri saydığını fark ediyorum. İrili ufaklı torbalarla otobüsten inerken merdivenlerden yuvarlanmak pahasına aman bizi unutmayın diye sesleniyorum. Bir arkadaşımız geziyi duyunca mevcut programını iptal ediyor, ve heyecanla gezi gününe doğru geriye sayım başlıyor.

Sabah erken saatte kalkan uçağımız Adana'ya iniyor. Saldırı nedeniyle yolda herkes buruk. Adana güneşi içimizi ısıtınca biraz gevşiyoruz. Seyhan kıyısında kahvaltımızı yaptıktan sonra şehri gezmeye başlıyoruz. Rivayete göre Adana ismi, Gök Tanrısı Uranos'un oğlu Adanus'tan geliyor. Bir başka görüş de, burada yaşayan Danulalıların kente Danuna ismini vermesi. Her ne olursa olsun, şehrin en az 3500 yıllık bir tarihi var.


Önce Adana Müzesini geziyoruz. Burada en önemli eser, Hititlerin Fırtına Tanrısı Teşup'u (Tarhunda) araba üzerinde gösteren heykel. Bir de denizde ceset bulduk diye haber verildikten sonra çıkarılan bronz heykel var.

On yıl ara ile altı ve üstü bulunan Aphrodite heykelinin açıklamasında, tanrıçanın doğumu ayrıntılı bir şekilde yazılmış. Aynen aktarıyorum. "Yunanca aphros köpük demektir. Hesiodos'a göre Uranos (Gök), Gala'dan (Yer) doğan çocuklarını doğar doğmaz toprağın bağrına soktuğu için toprak ana şişmekte ve korkunç sancılarla kıvranmaktadır. Bu yüzden son oğlu Knoros'a bir tırpan verir. Knoros da o tırpanla babasının hayalarını keser ve denize atar. Engin denize atılan tanrısal uzuvdan çıkan ak köpükten bir kız türeyiverir, ve Kıbrıs'tan karaya çıkar. Yürüdüğü yerlerden yeşil çimenler fışkıran bu güzel kıza Aphrodite derler."

Müzeden sonra Roma imparatoru Hadrianus tarafından yapılan, Justinianus tarafından ciddi bir şekilde onarılan, Evliya Çelebinin de bahsettiği Taş Köprü'yü görüyoruz. Dünyanın halen kullanılan en eski köprüsü bu.


Ulu Camiyi geziyoruz. Ramazanoğlu Halil Bey'in yaptırdığı, kendisi, oğlu ve torununun türbesinin de bulunduğu cami 500 yıllık. Sekizgen minaresi çok ilginç. Çinilerinin bir kısmı İznik, bir kısmı Kütahya. Bunu anlamak için renklerine bakmamız yeterli oluyor. Caminin bahçesinde şair Ziya Paşa gömülü.

Ramazanoğlu ailesinin evine geçiyoruz. Yine 500 yıllık bu konağın zamanında Kanuni'yi ağırladığı söyleniyor. Evde, tehlike anında kullanılmak üzere iki tünel varmış. Biri Ulu Camiye, diğeri Yağ Camiine açılırmış, sonradan çökmüş.

Büyük Saati de gördükten sonra Misis'e doğru yola çıkıyoruz. Burada Misis Mozaik Müzesi var. Tek oda bir yer, ortasında mozaikler yer almakta. En önemli resim, Nuhun gemisindeki hayvanlar. Yapıldığı dönemde Pagan kültür yasaklandığı için yalnızca İncilde yer alan konular resmedilmiş, ama kenarda köşede Samson olması muhtemel bir resmi de görüyoruz. Bahçesinde çeşitli heykeller ve kabartmalar sergileniyor, ama müze olarak çok bakımsız olduğunu söylemek zorundayım.


Son olarak tarihi stadyumun yerine bakmaya gidiyoruz, yalnızca çukurunu görüyoruz. Bu çukur, bize yapının büyüklüğü hakkında fikir vermekten başka bir işe yaramıyor. Yolu da berbat, ama kenardaki portakal bahçelerinin manzarası muhteşem. 

Seyhan nehri kıyısında biraz vakit geçirdikten sonra Kahramanmaraş'a doğru yola çıkıyoruz.