Sabah toparlanıp Hermitage Müzesine hareket ediyoruz.
Müze geleneğini ilk başlatan Deli Petro. İlk Kunstkammer Müzesi açılıyor, ve Çarın hayranı olduğu anatomi
uzmanı Frederic Ruysch’un kolleksiyonundan siyam ikizleri, anatomik bozuklukları olan vücutlar
falan sergileniyor. Burası şimdi Antropoloji
ve Etnografya Müzeleri olarak hizmet veriyor. O zamanlar halkı müzeye
alıştırmak için ziyaretçilere ikramlar yapılıyormuş. Kadınlara kahve ve
çikolata, erkeklere bir kadeh votka. Eh, müze alışkanlığı bir şekilde başlamış.
Şu anda sayısız müze var.
Hermitage’a tek başınıza gelirseniz yaklaşık iki saat
kuyrukta bekleniyormuş. Biz randevuyla gelen gruplardanız. Teknoloji son
noktada. Grubumuzda herkese birer kulaklık dağıtılıyor. Rehberimiz,
mikrofonundan bize müzeyi tanıtıyor. Böylece konuşan diğer anlatıcılardan
rahatsız olmadan müzeyi gezebileceğiz. Hem de ses azaldıkça uzaklaştığımızı
derhal fark edip harekete geçme imkanımız oluyor. Bir tek burada gördüm, ama
bizim büyük müzelerimizde de uygulanabilir, çok pratik bir şey.
Müzeyi kuran II. Katerina değişik bir şahsiyet. Çar
Petro’dan sonra Rus tarihinin en önemli hükümdarı, III. Petro ile evlenmek için
ülkeye gelen bir Prusyalı prenses. Çok entelektüel, birkaç sene içinde pek çok
Rustan daha iyi Rusça konuşabilecek kadar yetenekli. Öyle ki, Voltaire ve
Diderot gibi Fransız yazar-düşünürlerle yazışacak kadar Fransızcaya hakim. Halkın
sevmediği Alman hayranı eşi çar olduktan altı ay sonra bir darbe ile yerine
geçiyor ve ülkeyi 34 yıl yönetiyor. Bu arada Lehistanı ortadan kaldırıyor,
Osmanlıya büyük kayıplar verdiriyor. Kırım, Hristiyanlara karşı kaybedilen ilk
Müslüman toprağı olması açısından önemli. Yine Osmanlı donanması Çeşme
yakınlarında çariçe zamanında yakılıyor. Bu olayın anısına yapılan Çeşme Sarayı
ve Çeşme Kilisesi ziyarete açık. İlk kız okulu, ilk kütüphane onun zamanında
yapılıyor. Tabiyetindeki Müslümanlar için de Kuranı çevirtiyor.
Önden Küçük Hermitage yaptırılıyor. Fransızca kelime
anlamı sakin ve huzurlu bir yerde dinlenmek olan bu yerde, II. Katerina küçük
özel davetler veriyor. Görgü kuralları olarak adlandırılabilecek on kuralına
uymayan misafirlerine uzun bir şiiri ezberleyip herkesin önünde okumak gibi
değişik cezalar veriyor. Ama en önemli kuralı, konuşulanların oradan dışarı
çıkmaması. Bu kurala uymayanlar bir daha davetlere çağrılmıyor. Binanın yan
galerilerinde sergilemek için Fransa’dan yaklaşık 200 parçalık resim
koleksiyonu ısmarlıyor. Bu tarih, müzenin başlangıç tarihi. Sonradan genişleyen
sanat eserleri için Büyük Hermitage yapılıyor. Yaklaşık 60 yıl sonra yapılan
Yeni Hermitage, Rusya’da müze olarak tasarlanan ilk bina. Bu arada Petro’nun
eski sarayının yerine yapılan tiyatro binası, askeri bina derken müze yedi
binaya yayılıyor.
Antik dönemden aklınıza gelen tüm uygarlıklar burada. Belki
aklınıza gelmeyecek olan Altay, Moğol uygarlıkları da var. Daha yakın çağlardan ise tüm Avrupa ve Asya'dan o dönemde yaşamış tüm önemli sanatçılardan bir şeyler
görebiliriz. Sergilenen eserlerin çokluğu nedeniyle Guinnes rekorlar kitabına geçmiş.
Yarım günde ancak en önemli parçaları gezebiliyoruz.
İnanılmaz resim koleksiyonu içinde Romanov ailesinin
resimleri de var. Bunlardan bir tanesini çok merak ediyoruz. Petro’nun eşi I.
Katerina. Baltacı Mehmet Paşa ile olan meşhur dedikodunun kahramanı Katerina. O
dedikodu doğru mu, şüpheli; ama biz yine de çariçeyi merak ediyoruz. Gören aşık olmuş. Petro’dan önceki eşi onun çarla karşılaşmasını engellemek
için elinden geleni yapmış. Ama bir gün kaçınılmaz son gerçekleşmiş. Çar
Katerina’yı görmüş ve olay bitmiş. Bütün bu lafların üzerine resmi görünce şoka
giriyoruz.
Rehberimizin sonradan bize anlattığına göre Kıvanç
Tatlıtuğ burada sıradan sayılıyormuş. Oysa yeni başlayan bir Çalıkuşu dizisi
varmış ki, esas oğlan çok beğeniliyormuş. Çünkü kara kaşlı kara gözlü
birisiymiş. Bu sözleri çariçeyi görmeden önce duysaydım da hayal kırıklığına
uğrardım. Çünkü o zaman da şöyle Türkan Şoray gibi bir şey beklerdim. Bazı
filmlerinde esas oğlan ona aşık olmadan önce çirkinleştirilir ya, ancak o
şekilde bir bağlantısı olabilir. Başka yorum yapmıyorum.
Müzenin, eserleri farelerden korumak için II Keterina’dan
beri beslenen kedileri de meşhurmuş. Bunu duyunca seneler önceye gidiyorum.
Annem kız yurdu yöneticisiydi, ve odalarda yiyecek bulundurmak yasaktı. Sık sık
dolaplar aranır, bulunan yiyeceklere el konurdu. Yiyecek yasağının nedeni
farelerdi. Yıllar sonra ben de yurtta kaldığımda o kızları düşünmüştüm. Gecenin
bir yarısı ders çalışırken yaşanan o açlık hissi çok beterdir. Kız yurdunun
altındaki köfteciye üşüşürdük. Birinci kata köfte verebilmek için yaptığı özel
bir aparatı vardı. Ve biz gece yarısından sonra o pencerenin önünde sıraya girerdik.
Bizim yurtta da yemek sorunu kedilerle çözülmüştü. Yakın
bir arkadaşımın yatağının içine doğurmasından başka bize bir zararları olmadı.
Müzeden çıkarken, Louvre’dan sonraki en büyük koleksiyona
sahip Fransa bölümünün yakınından bile geçmediğimizi fark ediyorum. Layıkıyla
gezmek aylar alır diyor rehberimiz.
İkinci durak Peter ve Paul Kalesi. Kale Çar Petro
tarafından başkenti İsveç saldırılarından korumak amacıyla yapılmış, ama bu
şekilde hiç kullanılmamış. Şehir garnizonu ve üst düzey siyasi mahkumlar için
hapishane işlevi görmüş. Şu anda St Petersburg Kent Müzesinin merkezi olarak
hizmet veriyor.
Kalenin içindeki en önemli yapılardan biri Peter ve Paul
Katedrali. Başkenti Moskova’ya geri taşıyan II Petro ve zindanda öldürülen VI
Ivan hariç, I Petro’dan III Alexander’a kadar tüm hanedan burada yatıyor. Son
çar II Nikolai ve ailesinden geride kalanlar, ölümlerinin 80. yıldönümünde yan
taraftaki St Catherine Şapeline defnedilmiş.
Rus Bastili diye anılan hapishanenin ilk misafirlerinden
biri I Petro’nun oğlu Alexei Petroviç. Çarın ilk eşinden olan oğlu ile yıldızı
tam anlamıyla hiç barışmamış, zamanla muhalefetin de desteklemesiyle çara rakip
gösterilmeye başlanmış. Tabi ki sonu pek iyi olmamış. Sonraki yıllarda
Dostoyevski, Gorki, Bakunin gibi kişilerin kaldığı yerde mahkumlar kimseyle
görüştürülmezmiş. Yine de odalar bizim ülkemizdekilere göre daha büyük ve
aydınlık, bunu belirtmek zorundayım.
Şehir merkezine döndüğümüzde kısacık bir serbest
zamanımız oluyor. Bunu Kazan Katedralini gezmek için kullanıyoruz. Katedral,
Rusyanın Napolyon karşısında kazandığı zaferin anısına yapılmış, Vatikan’daki
St Peter Bazilikasının kopyası. Devrimden sonra Dinler Tarihi ve Ateizm Müzesi
olarak kullanılmış. Rusya kurulduktan sonra şehrin metropolitinin katedrali
olarak yeniden hizmet vermeye başlamış. Kadınlar aynı bizdeki gibi başlarını
örterek dua ediyorlar. Bahçede pek çok yerde olduğu gibi beraber resim
çektirmek için Petro ve Katerina var.
Petro sakalsız ilk çar. Sakal traşı olmayı Avrupalı
olmanın bir göstergesi saydığı için halkının da böyle davranmasını istiyor.
Yasaklasa olmayacak, onun yerine sakal vergisi koyuyor. Tabi vergi verecek
kadar parası olanlar hariç herkes sakalını kesmek zorunda kalıyor.
Tekne gezisinde, şehrin Venedik ve Amsterdam’dan çok daha
fazla sayıda olan kanallarını dolaşıyoruz. Çar Petro Venedik’ten çok
etkilenmiş, aynen oradaki gibi gondollar getirtip halka kullanmasını
öğrenmeleri için çeşitli imkanlar tanımış. Sonraki yıllarda da İtalyan mimar
merakı devam etmiş. Tüm önemli yapıları onlar tasarlamış. Hatta kiliseleri bile
Ortodoks stiline bağlı kalmaları şartıyla bu mimarlar yapıyor. Bir tek Peter ve
Paul Katedrali daha çok Katolik kiliselerini andırıyor. Bunu da çarın dinle
fazla ilgili olmamasına bağlıyorlar.
Altından geçtiğimiz köprüler o kadar alçak ki, ayakta
durmamıza izin verilmiyor. Teknenin ortasında durduğum için köprülerin en
yüksek kısmına denk geliyorum. Her seferinde kolumu yukarı kaldırıyorum, bir
tanesinde oturduğum yerden köprünün altına dokunabiliyorum. Orta boylu sayılırım,
boyu uzun olanlar bu hareketi bile doğru dürüst yapamaz. Gece yarısından sonra
tek tek açılan köprüler, büyük teknelerin geçmesine izin veriyor. Köprülerin
açılırken seyretmek çok güzelmiş, biz denk getiremiyoruz.maalesef.
II Katerina’nın oğlu Pavel’in yalnızca 40 gün
yaşayabildiği sarayı görüyoruz. Çar, halk tarafından da fazla sevilmeyen bir
tip, Annesi onu sürekli dışlamış, belki biraz da kompleksli. Her neyse,
öldürülmekten çok korktuğu için kale gibi bir saray yaptırıyor, ve burada
korktuğu başına geliyor. Sonradan ordunun mühendislik okulu olarak
kullanılıyor. Dostoyevski bu okuldan mezun olmuş.
Kanallardan nehir tarafına geçtiğimizde ise devrimi
başlatan Aurora gemisi ile karşılaşıyoruz. İlk olarak Japon savaşında
kullanılan gemi, İkinci Dünya Savaşına kadar hizmette kalmış. Şu anda müze.
Gemiden yapılan bir top atışı ile Kışlık Sarayın zapt edilişi başlıyor.
Kanalda gençler eğlence amacıyla teknelerde müzik çalıp
dans ediyor. Yanımızdan geçen bir teknenin içinde altı kız, gayet spor
kıyafetlerinin üzerine duvaklar geçirmiş, çılgınca dans ediyor.
Duvaklardan biri beyaz, diğerleri mavi olduğuna göre düğün öncesi kızlar arası
bir parti olabilir.
Tekne turu sonrası yemeğe gidiyoruz. Yemekten sonra da
bir gösteri izleyeceğiz. Önden havyarlar geliyor. Siyah değil ama kırmızı
havyar lokantalarda sıkça karşılabileceğimiz bir şey. Yanında votka. Arkasından
tavuk kievski geliyor. Yemeğimizi yerken bir taraftan da dans gösterisini
izliyoruz. Derken bir soprano çıkıyor sahneye, ve Türkçe bir şarkı söylüyor. Aklıma
Kızıl Ordu Korosunun söylediği Tarkan şarkıları geliyor. Derken yan masaya
alevli bir doğum günü pastası geliyor. Burada tarzlar değişik. Hareketli
müzikler çalarken bir anda kendimi pistte buluyorum. Dans edenlere neşeyle
tempo tutarken birden tuhaf şekilde tanıdık bir melodi duyuyorum. Hani
bilirsiniz, ama çıkaramazsınız, öyle bir hisse kapılıyorum. Ne çaldıklarını
anladığım an ağzım bir karış açık kalıyor. Bu adamlar Ankara’nın Bağları’nı
nereden biliyor!
Gösteriden çıktığımızda saat 22:00, ama her yer aydınlık
ve sokaklar hala dolu. Ben de arkadaşlarımla biraz gezmeye karar veriyorum.
Meşhur Nevski Caddesine gidiyoruz. Yalnız saat 22:00 itibarı ile dükkanlar
kapalı olduğu için kendimi Pazar tatilinde dışarı çıkmış gibi hissediyorum.
Tuhaf bir his. Önce eski Singer binasına dışarıdan bakıyoruz. Singer buraya bir
gökdelen yapmaya karar vermiş, ama şehirde kışlık saraydan daha yüksek bina
yapma izni olmadığı için böyle değişik bir tarz düşünmüşler. Devrimden sonra
kitapçı olmuş. Şimdi de binada bir kitapçı varmış, ama asıl ikinci kattaki Kafe
Singerde oturup bir kahve falan içmek isterdim doğrusu.
Singer binası karşısında Kazan Katedrali, az ilerisinde
de çarlık zamanından kalma alışveriş merkezi diyebileceğimiz bir bina. Bunların
hepsine ancak dışarıdan bakabiliyoruz, çünkü saat 23:00, hepsi kapalı. Sonra
azıcık daha yürüyüp kanal duvarlarından birine konmuş küçücük kuş heykelini
görüyoruz. Kuşun durduğu yere yukarıdan para atılıyor. Eğer para suya düşmezse,
dileğiniz olacak demek. Bir mühendis olarak o yükseklikten şu eğimle atılan
paranın durma ihtimalinin lotodan para kazanma ihtimalinden daha az olduğunu
söyleyebilirim. Daha fazla şans isteyenler kuşa su tarafından yaklaşıyor.
Adamın biri botunu iyice yanaştırıp kucağında kaldırdığı küçük kızın eline veriyor
parayı. İşte o zaman dileğiniz gerçekleşebilir, çünkü kız parayı neredeyse
bırakıyor.
Hemen oracıkta Çar Petro’nun Yaz Bahçesine de dışarıdan
göz atabiliyoruz. Çarın bizzat planladığı, yeni ve modern Rusya için tasarlanan
heykellerin ve nadir bitkilerin yer aldığı bu park artık bir müze. Son
ziyaretimiz de Mars Parkına ve oradaki St Petersburg için ölen tüm askerlere
adanmış sönmeyen ateşe. Hava hala aydınlık, ama gece yarısı olduğu için artık
geri dönelim diyoruz, yarın sabah yine gezeceğiz.