1 Ocak 2015 Perşembe

SAINT PETERSBURG - 2

Sabah toparlanıp Hermitage Müzesine hareket ediyoruz. Müze geleneğini ilk başlatan Deli Petro. İlk Kunstkammer Müzesi açılıyor, ve Çarın hayranı olduğu anatomi uzmanı Frederic Ruysch’un kolleksiyonundan siyam ikizleri, anatomik bozuklukları olan vücutlar falan sergileniyor. Burası şimdi Antropoloji ve Etnografya Müzeleri olarak hizmet veriyor. O zamanlar halkı müzeye alıştırmak için ziyaretçilere ikramlar yapılıyormuş. Kadınlara kahve ve çikolata, erkeklere bir kadeh votka. Eh, müze alışkanlığı bir şekilde başlamış. Şu anda sayısız müze var.

Hermitage’a tek başınıza gelirseniz yaklaşık iki saat kuyrukta bekleniyormuş. Biz randevuyla gelen gruplardanız. Teknoloji son noktada. Grubumuzda herkese birer kulaklık dağıtılıyor. Rehberimiz, mikrofonundan bize müzeyi tanıtıyor. Böylece konuşan diğer anlatıcılardan rahatsız olmadan müzeyi gezebileceğiz. Hem de ses azaldıkça uzaklaştığımızı derhal fark edip harekete geçme imkanımız oluyor. Bir tek burada gördüm, ama bizim büyük müzelerimizde de uygulanabilir, çok pratik bir şey.

Müzeyi kuran II. Katerina değişik bir şahsiyet. Çar Petro’dan sonra Rus tarihinin en önemli hükümdarı, III. Petro ile evlenmek için ülkeye gelen bir Prusyalı prenses. Çok entelektüel, birkaç sene içinde pek çok Rustan daha iyi Rusça konuşabilecek kadar yetenekli. Öyle ki, Voltaire ve Diderot gibi Fransız yazar-düşünürlerle yazışacak kadar Fransızcaya hakim. Halkın sevmediği Alman hayranı eşi çar olduktan altı ay sonra bir darbe ile yerine geçiyor ve ülkeyi 34 yıl yönetiyor. Bu arada Lehistanı ortadan kaldırıyor, Osmanlıya büyük kayıplar verdiriyor. Kırım, Hristiyanlara karşı kaybedilen ilk Müslüman toprağı olması açısından önemli. Yine Osmanlı donanması Çeşme yakınlarında çariçe zamanında yakılıyor. Bu olayın anısına yapılan Çeşme Sarayı ve Çeşme Kilisesi ziyarete açık. İlk kız okulu, ilk kütüphane onun zamanında yapılıyor. Tabiyetindeki Müslümanlar için de Kuranı çevirtiyor.

Önden Küçük Hermitage yaptırılıyor. Fransızca kelime anlamı sakin ve huzurlu bir yerde dinlenmek olan bu yerde, II. Katerina küçük özel davetler veriyor. Görgü kuralları olarak adlandırılabilecek on kuralına uymayan misafirlerine uzun bir şiiri ezberleyip herkesin önünde okumak gibi değişik cezalar veriyor. Ama en önemli kuralı, konuşulanların oradan dışarı çıkmaması. Bu kurala uymayanlar bir daha davetlere çağrılmıyor. Binanın yan galerilerinde sergilemek için Fransa’dan yaklaşık 200 parçalık resim koleksiyonu ısmarlıyor. Bu tarih, müzenin başlangıç tarihi. Sonradan genişleyen sanat eserleri için Büyük Hermitage yapılıyor. Yaklaşık 60 yıl sonra yapılan Yeni Hermitage, Rusya’da müze olarak tasarlanan ilk bina. Bu arada Petro’nun eski sarayının yerine yapılan tiyatro binası, askeri bina derken müze yedi binaya yayılıyor.

Antik dönemden aklınıza gelen tüm uygarlıklar burada. Belki aklınıza gelmeyecek olan Altay, Moğol uygarlıkları da var. Daha yakın çağlardan ise tüm Avrupa ve Asya'dan o dönemde yaşamış tüm önemli sanatçılardan bir şeyler görebiliriz. Sergilenen eserlerin çokluğu nedeniyle Guinnes rekorlar kitabına geçmiş. Yarım günde ancak en önemli parçaları gezebiliyoruz.

İnanılmaz resim koleksiyonu içinde Romanov ailesinin resimleri de var. Bunlardan bir tanesini çok merak ediyoruz. Petro’nun eşi I. Katerina. Baltacı Mehmet Paşa ile olan meşhur dedikodunun kahramanı Katerina. O dedikodu doğru mu, şüpheli; ama biz yine de çariçeyi merak ediyoruz. Gören aşık olmuş. Petro’dan önceki eşi onun çarla karşılaşmasını engellemek için elinden geleni yapmış. Ama bir gün kaçınılmaz son gerçekleşmiş. Çar Katerina’yı görmüş ve olay bitmiş. Bütün bu lafların üzerine resmi görünce şoka giriyoruz.

Rehberimizin sonradan bize anlattığına göre Kıvanç Tatlıtuğ burada sıradan sayılıyormuş. Oysa yeni başlayan bir Çalıkuşu dizisi varmış ki, esas oğlan çok beğeniliyormuş. Çünkü kara kaşlı kara gözlü birisiymiş. Bu sözleri çariçeyi görmeden önce duysaydım da hayal kırıklığına uğrardım. Çünkü o zaman da şöyle Türkan Şoray gibi bir şey beklerdim. Bazı filmlerinde esas oğlan ona aşık olmadan önce çirkinleştirilir ya, ancak o şekilde bir bağlantısı olabilir. Başka yorum yapmıyorum.

Müzenin, eserleri farelerden korumak için II Keterina’dan beri beslenen kedileri de meşhurmuş. Bunu duyunca seneler önceye gidiyorum. Annem kız yurdu yöneticisiydi, ve odalarda yiyecek bulundurmak yasaktı. Sık sık dolaplar aranır, bulunan yiyeceklere el konurdu. Yiyecek yasağının nedeni farelerdi. Yıllar sonra ben de yurtta kaldığımda o kızları düşünmüştüm. Gecenin bir yarısı ders çalışırken yaşanan o açlık hissi çok beterdir. Kız yurdunun altındaki köfteciye üşüşürdük. Birinci kata köfte verebilmek için yaptığı özel bir aparatı vardı. Ve biz gece yarısından sonra o pencerenin önünde sıraya girerdik.

Bizim yurtta da yemek sorunu kedilerle çözülmüştü. Yakın bir arkadaşımın yatağının içine doğurmasından başka bize bir zararları olmadı.

Müzeden çıkarken, Louvre’dan sonraki en büyük koleksiyona sahip Fransa bölümünün yakınından bile geçmediğimizi fark ediyorum. Layıkıyla gezmek aylar alır diyor rehberimiz.

İkinci durak Peter ve Paul Kalesi. Kale Çar Petro tarafından başkenti İsveç saldırılarından korumak amacıyla yapılmış, ama bu şekilde hiç kullanılmamış. Şehir garnizonu ve üst düzey siyasi mahkumlar için hapishane işlevi görmüş. Şu anda St Petersburg Kent Müzesinin merkezi olarak hizmet veriyor.

Kalenin içindeki en önemli yapılardan biri Peter ve Paul Katedrali. Başkenti Moskova’ya geri taşıyan II Petro ve zindanda öldürülen VI Ivan hariç, I Petro’dan III Alexander’a kadar tüm hanedan burada yatıyor. Son çar II Nikolai ve ailesinden geride kalanlar, ölümlerinin 80. yıldönümünde yan taraftaki St Catherine Şapeline defnedilmiş.

Rus Bastili diye anılan hapishanenin ilk misafirlerinden biri I Petro’nun oğlu Alexei Petroviç. Çarın ilk eşinden olan oğlu ile yıldızı tam anlamıyla hiç barışmamış, zamanla muhalefetin de desteklemesiyle çara rakip gösterilmeye başlanmış. Tabi ki sonu pek iyi olmamış. Sonraki yıllarda Dostoyevski, Gorki, Bakunin gibi kişilerin kaldığı yerde mahkumlar kimseyle görüştürülmezmiş. Yine de odalar bizim ülkemizdekilere göre daha büyük ve aydınlık, bunu belirtmek zorundayım.

Şehir merkezine döndüğümüzde kısacık bir serbest zamanımız oluyor. Bunu Kazan Katedralini gezmek için kullanıyoruz. Katedral, Rusyanın Napolyon karşısında kazandığı zaferin anısına yapılmış, Vatikan’daki St Peter Bazilikasının kopyası. Devrimden sonra Dinler Tarihi ve Ateizm Müzesi olarak kullanılmış. Rusya kurulduktan sonra şehrin metropolitinin katedrali olarak yeniden hizmet vermeye başlamış. Kadınlar aynı bizdeki gibi başlarını örterek dua ediyorlar. Bahçede pek çok yerde olduğu gibi beraber resim çektirmek için Petro ve Katerina var.

Petro sakalsız ilk çar. Sakal traşı olmayı Avrupalı olmanın bir göstergesi saydığı için halkının da böyle davranmasını istiyor. Yasaklasa olmayacak, onun yerine sakal vergisi koyuyor. Tabi vergi verecek kadar parası olanlar hariç herkes sakalını kesmek zorunda kalıyor.

Tekne gezisinde, şehrin Venedik ve Amsterdam’dan çok daha fazla sayıda olan kanallarını dolaşıyoruz. Çar Petro Venedik’ten çok etkilenmiş, aynen oradaki gibi gondollar getirtip halka kullanmasını öğrenmeleri için çeşitli imkanlar tanımış. Sonraki yıllarda da İtalyan mimar merakı devam etmiş. Tüm önemli yapıları onlar tasarlamış. Hatta kiliseleri bile Ortodoks stiline bağlı kalmaları şartıyla bu mimarlar yapıyor. Bir tek Peter ve Paul Katedrali daha çok Katolik kiliselerini andırıyor. Bunu da çarın dinle fazla ilgili olmamasına bağlıyorlar.

Altından geçtiğimiz köprüler o kadar alçak ki, ayakta durmamıza izin verilmiyor. Teknenin ortasında durduğum için köprülerin en yüksek kısmına denk geliyorum. Her seferinde kolumu yukarı kaldırıyorum, bir tanesinde oturduğum yerden köprünün altına dokunabiliyorum. Orta boylu sayılırım, boyu uzun olanlar bu hareketi bile doğru dürüst yapamaz. Gece yarısından sonra tek tek açılan köprüler, büyük teknelerin geçmesine izin veriyor. Köprülerin açılırken seyretmek çok güzelmiş, biz denk getiremiyoruz.maalesef.

II Katerina’nın oğlu Pavel’in yalnızca 40 gün yaşayabildiği sarayı görüyoruz. Çar, halk tarafından da fazla sevilmeyen bir tip, Annesi onu sürekli dışlamış, belki biraz da kompleksli. Her neyse, öldürülmekten çok korktuğu için kale gibi bir saray yaptırıyor, ve burada korktuğu başına geliyor. Sonradan ordunun mühendislik okulu olarak kullanılıyor. Dostoyevski bu okuldan mezun olmuş.

Kanallardan nehir tarafına geçtiğimizde ise devrimi başlatan Aurora gemisi ile karşılaşıyoruz. İlk olarak Japon savaşında kullanılan gemi, İkinci Dünya Savaşına kadar hizmette kalmış. Şu anda müze. Gemiden yapılan bir top atışı ile Kışlık Sarayın zapt edilişi başlıyor.

Kanalda gençler eğlence amacıyla teknelerde müzik çalıp dans ediyor. Yanımızdan geçen bir teknenin içinde altı kız, gayet spor kıyafetlerinin üzerine duvaklar geçirmiş, çılgınca dans ediyor. Duvaklardan biri beyaz, diğerleri mavi olduğuna göre düğün öncesi kızlar arası bir parti olabilir.

Tekne turu sonrası yemeğe gidiyoruz. Yemekten sonra da bir gösteri izleyeceğiz. Önden havyarlar geliyor. Siyah değil ama kırmızı havyar lokantalarda sıkça karşılabileceğimiz bir şey. Yanında votka. Arkasından tavuk kievski geliyor. Yemeğimizi yerken bir taraftan da dans gösterisini izliyoruz. Derken bir soprano çıkıyor sahneye, ve Türkçe bir şarkı söylüyor. Aklıma Kızıl Ordu Korosunun söylediği Tarkan şarkıları geliyor. Derken yan masaya alevli bir doğum günü pastası geliyor. Burada tarzlar değişik. Hareketli müzikler çalarken bir anda kendimi pistte buluyorum. Dans edenlere neşeyle tempo tutarken birden tuhaf şekilde tanıdık bir melodi duyuyorum. Hani bilirsiniz, ama çıkaramazsınız, öyle bir hisse kapılıyorum. Ne çaldıklarını anladığım an ağzım bir karış açık kalıyor. Bu adamlar Ankara’nın Bağları’nı nereden biliyor!

Gösteriden çıktığımızda saat 22:00, ama her yer aydınlık ve sokaklar hala dolu. Ben de arkadaşlarımla biraz gezmeye karar veriyorum. Meşhur Nevski Caddesine gidiyoruz. Yalnız saat 22:00 itibarı ile dükkanlar kapalı olduğu için kendimi Pazar tatilinde dışarı çıkmış gibi hissediyorum. Tuhaf bir his. Önce eski Singer binasına dışarıdan bakıyoruz. Singer buraya bir gökdelen yapmaya karar vermiş, ama şehirde kışlık saraydan daha yüksek bina yapma izni olmadığı için böyle değişik bir tarz düşünmüşler. Devrimden sonra kitapçı olmuş. Şimdi de binada bir kitapçı varmış, ama asıl ikinci kattaki Kafe Singerde oturup bir kahve falan içmek isterdim doğrusu.

Singer binası karşısında Kazan Katedrali, az ilerisinde de çarlık zamanından kalma alışveriş merkezi diyebileceğimiz bir bina. Bunların hepsine ancak dışarıdan bakabiliyoruz, çünkü saat 23:00, hepsi kapalı. Sonra azıcık daha yürüyüp kanal duvarlarından birine konmuş küçücük kuş heykelini görüyoruz. Kuşun durduğu yere yukarıdan para atılıyor. Eğer para suya düşmezse, dileğiniz olacak demek. Bir mühendis olarak o yükseklikten şu eğimle atılan paranın durma ihtimalinin lotodan para kazanma ihtimalinden daha az olduğunu söyleyebilirim. Daha fazla şans isteyenler kuşa su tarafından yaklaşıyor. Adamın biri botunu iyice yanaştırıp kucağında kaldırdığı küçük kızın eline veriyor parayı. İşte o zaman dileğiniz gerçekleşebilir, çünkü kız parayı neredeyse bırakıyor.


Hemen oracıkta Çar Petro’nun Yaz Bahçesine de dışarıdan göz atabiliyoruz. Çarın bizzat planladığı, yeni ve modern Rusya için tasarlanan heykellerin ve nadir bitkilerin yer aldığı bu park artık bir müze. Son ziyaretimiz de Mars Parkına ve oradaki St Petersburg için ölen tüm askerlere adanmış sönmeyen ateşe. Hava hala aydınlık, ama gece yarısı olduğu için artık geri dönelim diyoruz, yarın sabah yine gezeceğiz.

30 Aralık 2014 Salı

SAINT PETERSBURG - 1

Ruslara göre Büyük Petro, biz ona Deli Petro diyoruz. Aslında Çılgın Petro demek istemişiz. Yaptıkları tam bir çılgınlık. Ama işe yaramış. Güneyde Osmanlılar, batıda İsveçliler, Rusya bir türlü denize açılamıyor. Ne yapıyor, zapt ettiği batak araziyi muhteşem bir liman şehrine dönüştürüyor.

 Şehrin yapımı sırasında, binlerce insan zor şartlarda çalışmak zorunda bırakılıyor. Bu arada yüz bine yakın insan ölüyor. Şehre gelen herkes, cüssesine göre taş getirmek zorunda kalıyor. Gemiler şu kadar, arabalar şu kadar, yaya gelenler şu kadar diye limitler var. Soyluların konut yapması, ve yılın en az birkaç ayını burada geçirmesi şart. Şehri kısa zamanda yaşanır hale getirmek için gerçekten çılgın olmak gerekiyor.

Havaalanı tarafı İkinci Dünya Savaşı sırasında bombalanan bölge. Yapılar Sovyet mimarisi tarzında, Stalin evleri deniyor. Yan yana bir sürü TOKİ evleri gibi. Sevimsiz. Şehir merkezine yaklaştıkça mimari değişiyor.

Bizi karşılayan ilk anıt, 900 günlük Nazi kuşatması anısına yapılmış olan. Zaferini Astoria Otelde kutlamak için davetiye bile bastıran Hitler’in hevesi kursağında kalmış. Canları çıkmış, ama teslim olmamışlar.

Bazı arabaların arkasında sarı bir işaret var. Yazılar Kiril alfabesi, ama ünlem işaretini tanıyoruz. Acemi şöför işareti! Ehliyet aldıktan sonra herkes arabasına bu işareti yapıştırmak zorunda. Böylece iki yıl boyunca trafik kurallarına doğru dürüst uyulmayan bu memlekette değişik bir statünüz oluyor.

Rus kelimesi Fin kökenli, Ruslar da Slavlarla karışan kuzeyli bir kabile. Önceleri Slavlar zayıf bir kavim. Roma İmparatoru I. Otto, Slavları hakimiyeti altına aldıktan sonra onları köle olarak kullanmış. Hatta Latin kökenli İngilizce “slave” (köle) sözcüğü buradan türemiş. Slavlar sonradan güçlenip prenslikler kurmaya başlıyolar.

İlk kurulan Kiev Pransliği. Aleksandr Nevski de Kiev prensi. Şehrin en önemli caddelerinden birine adını vermiş. Ama o bölgedeki küçük prenslikleri toparlayıp Rus topraklarını birleştiren Moskova Büyük Prensi III Ivan. Korkunç Ivan’ın dedesi. Son Doğu Roma imparatorunun yeğeni ile evli olan prens, İstanbul alındığında kendini imparatorluğun mirasçısı, Moskova’yı da 3. Roma ilan ediyor. Hanedanın sembolü çift başlı kartal da buradan kalma. 500 yıl önce köle olarak kullandığı bir ırkın mirasını sahiplenmesi de Roma için kaderin bir cilvesi olmuş bence.

Şehir merkezinde Antalya Gurme Restoran ve çiğ börek yazılarını görünce şaşkınlığa uğruyorum. Antalya güzel bir ilimiz ama mutfağı ünlü değil. Sonra jeton düşüyor. Buradan aktarmasız uçulan iki Türk şehri var, İstanbul ve Antalya. Popüler bir ismi alakasız yerlerde kullanma huyu burada da var demek.

Akşam yemeği açık büfe. Önden her zamanki gibi sevimsiz geliyor bana. Ama sonradan memnun olacağım. Servis o kadar yavaş ki, ekstra hiçbir şey istememeye karar veriyoruz. Yunan adalarındaki gibi bir rehavet durumu değil de, becerememe, halledememe hali var. 

Mesela, gezinin ikinci durağı Moskova’da yemekten sonra şehre inmeye karar verdiğimizde otel bize taksi çağırıyor. Dışarıda bekliyoruz. Kapıya birkaç araba geliyor, şöförler birilerini bekliyor. Onlar ayrı, biz ayrı bekleyip duruyoruz. Sonunda bir arkadaşımız resepsiyona gidip taksileri soruyor. Meğer kapıda bekleyen şöförler bizim içinmiş! İçeri girip sormasak kim bilir daha ne kadar bekleyecektik.

Yemekten sonra şehri dolaşmak için otobüsümüze biniyoruz. Kanlı Kiliseyi III. Aleksandr, babasın suikaste kurban gittiği yerde bir anıt gibi yaptırmış. Rengi de bu yüzden kırmızı. Eski Rus tarzı çatısı ile şehrin en güzel yapılarından. Diğer pek çoğu gibi İtalyan mimarlar tarafından tasarlanmış. İçi dışı İtalya’dan ve Rusya’nın çeşitle bölgelerinden getirilen taşlarla bezenmiş.

Çarın babası suikasta kurban gidiyor, oğlu da devrim sonrası kurşuna diziliyor. Kilise yağmalanıyor ve kapanıyor. 90’ların sonuna kadar kapalı kalıyor. Rusya kurulduktan sonra kilise eski ihtişamına geri dönüyor.

Kilisenin yanındaki kanaldan yürümeye devam ediyoruz. Şehrin en hareketli caddelerinden birindeyiz. Kanalın iki yanında birbirinden ilginç yerler var. Zamanımız ve enerjimiz olsa, birine oturacağız. Ama yorgunuz, ve tanımadığımız şehirde otobüslerin belli saatten sonra dolaşması yasak. Biz de gece yarısına doğru teker teker trafiğe kapanacak olan köprülerin birinin dibinde kalmak istemiyoruz. Sokak şarkıcılarından iki kıza gözümüz takılıyor. Birinin elinde akordeon, diğeri müthiş bir sesle aryalar söylüyor.

Zamanı durdurmak istiyorum. Saat 23:00 ama hava hala aydınlık, sokaklar kalabalık. Bize sakin olun, gezinin tadını çıkarın der gibi. Arkamıza baka baka otelimize dönüyoruz.

9 Ekim 2013 Çarşamba

KÜBA - SON GÜN HAVANA

Şehre gelince ilk olarak bir puro imalathanesi geziyoruz. Fotoğraf çekmek yasak, ama puroların genç kızların bacaklarında sarılmadığını hepimiz görüyoruz! Hep sigara gibi kırık tütünle yapıldığını düşünürdüm, öyle değilmiş. Sarılırken kullanılamayacak tütünleri sıkıştırıp üzerini sarmaya başlıyorlar. Bir sıra, iki sıra derken puro kalınlaşıyor. Sonra da bir aletle hava kaçıran bir yeri var mı diye bakılıyor. O sırada da kalitesine göre ayrılıyor. Duvarda Castro, "Ben çalışıyorum, onlar çalışıyor, sen ne yapıyorsun" diye soruyor.


Yapımını gördükten sonra satış yerine gidiyoruz. Çeşit çeşit, marka marka purolar. Sokakta daha ucuzları var, ama muz yaprağıyla sarılmış olabilirler. Aynı yerde rom yapımıyla ilgili küçük bir sergi ve kahve içilebilecek bir yer de var. Orada cappucino isteyenlere hoş bir gösteri yapılyor.

Serbest zamanımızda bir kez daha Floridita'ya uğruyor, son bir daiquiri ve muz kızartması keyfi yapıyoruz. Yine canlı müzik, yine neşeli ritimler...  

Son akşam  Buenavista Social Club keyfi yapıyoruz. Ekibi bu kadar yakından izleyip müziklerinin tadına varmak hoş bir duygu. Müzikle birlikte dans da ediyorlar, gencinden yaşlısına herkesin dans becerisine hayran oluyorum.

Gösteriden sonra Havana sokaklarında dolaşıp son mojitolarımızı içiyoruz. Otelimize gitmeden önce kendi kendimize beş dakikacık daha diyoruz.


Sabah erkenden yola çıkıp Armas Meydanındaki Kent Müzesine gidiyoruz. Sömürge zamanında Vali Konağı olarak kullanılan binanın önündeki parke taşları ahşap üzerine oturtulmuş. Nedeni ise, nal seslerinden rahatsız olan valinin karısı. Ancak bu da sesleri yeterince kesememiş ki, vali kendisine yeni bir konak yaptırmış. Devrimden sonra bir süre Belediye Sarayı olarak kullanılmış, sonra da 19. yüzyılın bağımsızlık mücadelesini anlatan bir müzeye dönüşmüş. İlk Küba bayrağı, bağımsızlık için savaşan generaller, onların kişisel eşyaları gibi malzemeler sergileniyor.

Müzeden çıkınca, Hemingway'in müdavimi olduğu başka bir bara uğruyoruz. La Bodeguita, yazara göre Havana'nın en iyi mojitosunu hazırlıyormuş. Floridita'ya göre oldukça küçük bir mekan, neyse ki sabah saatleri olduğu için bizden başka turist yok. Girişteki duvarın üzeri yazılarla dolu. Aralarında bol miktarda Türkçe var. Çarşı Küba'da yazısını görüyorum mesela. Galatasaray taraftarı olmama karşın, Çarşı'yı da takip ediyorum.

Programımızdaki son müze, Hemingway'in evi. Şehir merkezinden uzak, sessiz, sakin bir yer. Önce yemek. Yine yazarın sürekli gittiği bir lokanta. Her zaman oturduğu masa, anısına boş tutuluyor. Muhteşem bir manzara, duvarlarda resimler, bir tanesi ihtiyar balıkçıyı esinlendiği kişi. Deniz ürünlü paella yiyorum. Önden verilen yavruağzı rengindeki kokteyli beğenmesem de, lokanta, yemekler ve müzik güzel.


Evi aynen korunmuş. Duvarlarda hayvan kafaları, kitaplar ve resimler. Eşyalar sade, ama her odada en az bir tane hayvan başı var. Hatta çalışma masasının üzerinde de ayrıca bir tane duruyor. Bunların hepsini kendisi mi öldürdü diye düşünüyorum. Sonra bahçeye çıkıyoruz. Köpeklerinin mezar taşları yan yana duruyor. İleride de yüzme havuzu ve yatı. Kimbilir kaç yıldızı ağırlamıştır.

Havana'dan ayrılmadan önceki son durağımız bir pazar. Her tür el sanatları, resimler, cam eşyalar, takılar, elbiseler, aklınıza gelecek her şey var burada. Çok güzel resimler var, arkadaşımla bir tanesine bakmaya doyamıyoruz. Ama ne yazık ki tüm güzel eserler gibi pahalı, biz de buna hazırlıklı değiliz. Arkamıza baka baka otobüsümüze doğru ilerliyoruz.

Dönüş yolunda haftanın muhasebesini yapıyorum. Eğer yolum buraya bir kez daha düşerse, bazı şeylere dikkat edeceğim. İlk olarak, param biterse yine bozdururum diye düşünmek yok. Ne kadar harcamayı planlamışsam, baştan o kadar bozduracağım. Çünkü bir kişinin döviz bozdurması yaklaşık 5 dakika sürüyor. Önünüzde 10 kişi varsa 50 dakika demek, gezide en çok sıkıldığım yer bu kuyruk oldu. Bir kişi 2-3 kişilik döviz bozdurdu da, daha kısa zamanda bu sorunu hallettik. 

Yanımda sürekli bozuk para olmasına dikkat edeceğim. Bir iki yer hariç tüm tuvaletler paralı, Havana'da yüklü bir para verip girdiğimiz Tropicana dahil. Üstelik belli bir fiyatı da yok, gönlünüzden ne koparsa durumu. Bizdeki gibi giriş 1 TL, 5 TL verirsem üstünü alırım gibi bir beklenti içine girmek sinir ve hayal kırıklığı yapabilir. Yalnız yiğidi öldür, hakkını yeme demişler, bir ikisi hariç tümü çok temiz, bakımlı ve süslü. Bir tanesinde sifonların üzerine plastik çiçekler koyacak kadar işi abartmışlar. Sabun ve tuvalet kağıdı hemen her yerde var, bu konuda çok uyarı aldığım için belrtmek istiyorum.

Olmadık yerlerde bahşiş istemeleri biraz antipati yaratıyor. Fotoğrafını çektiğiniz kimseler istiyor. Hadi o neyse, bazı görevlilerin  şurada bir fotoğrafınızı çekmemi ister misiniz diye gelip sonra para istemeleri pes dedirtiyor. Bu olay gezi boyunca aramızda espri konusu oluyor, kim bir şey rica etse, karşılığında para talep ediliyor!

Bunlar dışında çok güzel bir gezi, fırsat bulursam bir daha gelmek isterim. Ülke çok güzel, insanlar çok sıcakkanlı, müzikler müthiş, meyveler harika. Dalma merakı olanların bu geziden benden de fazla keyif alacağından eminim. Şnorkelle dalmayı öğrensem mi acaba diye düşünürken uykuya dalıyorum. Önümde 24 saatlik bir yolculuk var...

7 Ekim 2013 Pazartesi

KÜBA - SANTA CLARA

Sabah Santa Clara'ya doğru yola çıkıyoruz. Hani şu Hasta Siempre şarkısında adı geçen Santa Clara. Küba'da bu şarkı ve Guantanamera o kadar çok söyleniyor ki, artık söylerken otomatiğe almış gibiler. Turizmin ülkeden götürdüklerinden biri de bu olsa gerek.




Şehrin önemli noktalarında hep Che'yi hatırlatacak bir şey görüyoruz. Yine de turizm burayı bozmamış, inşallah bozmaz. Şöyle ki, gezdiğimiz her yerde yanımıza gelip Che resimli banknotlar, şapkalar, fularlar satmaya çalışan insanlardan burada eser yok.

Fidel Castro ve arkadaşları, 1953'teki başarısız saldırılarından sonra tutuklanır, mahkemede Castro  "Tarih beni aklayacaktır" diye biten ünlü savunması yapar. İki yıl sonra afla serbest bırakılır ve Meksika'ya geçer. Burada Che Guavara ile tanışır, ve Granma adlı yatla Küba'ya geri döner. Sierra Maestra dağlarında güçlenen hareket, iki yıl sonra yeniden saldırıya geçer. Batista'ya önemli miktarda silah ve cephane taşıyan tren, Che Guavara tarafından bu kentte ele geçirilir. Ardından Batista ülkeyi terk etmek zorunda kalır.

Tren, durdurulduğu yerde müze haline getirilmiş. İlk olarak burayı geziyoruz. Savaş sırasında çekilen resimler, belgeler sergileniyor. Treni durduran buldozer, ve ölenlerin anısına yapılan anıt ise trenin hemen yanında.


Sonra şehri geziyoruz. Bazı binaların üstünde hala duran kurşun delikleri var, öylece saklıyorlar. Sokakları gezmeye başlıyoruz. Dükkanlar alışık olduğumuz gibi değil. Mesela bir eczaneye giriyoruz, duvarda yazmasa kesinlikle anlamazdım. İlaçlar, markalarına göre değil de işlevlerine göre satılıyor. Ağrı kesiciler, antibiyotikler diye yazıyormuş kutuların üzerinde. Sağlıkçı arkadaşlarıma borçluyum bu bilgiyi. Bakkallar da farklı. Daha çok şey satılıyor, ama miktarlar az. Bir tek içki dükkanları tanıdık geliyor, şişe şişe içkiler vitrinlerde duruyor.

Açık bir kilise görüyorum. Daha önce gördüklerimizin içine girememiştik, ilk defa denk geliyor. Bu kez de durduruluyorum, temizlik varmış. Peki, yalnızca resim çekeceğim diye işaret ediyorum, tamam diyor görevli. Hayatımda gördüğüm en sade katolik kilisesi ile karşılaşıyorum.


Ardından Che müzesine giriyoruz. Müzenin içinde fotoğraf çekmek yasak. İçeride daha çok fotoğraflardan oluşan bir sergi var. Bazıları çok güzel, keşke şöyle bir satış reyonu olsa da, kopyalarını alsak diye düşünüyorum. Mezarı ziyaret edip çıkıyoruz. Anıta doğru giderken bir mezarlık görüyoruz. Devrim zamanı ölen gençleri ağırlıyor, hepsi yirmilerinde.

En son anıt. Che heykelinin altında "Zafere kadar, daima" yazıyor. Kolu sarılı, başında bere, elinde tüfekle uzaklara bakıyor. Genç öleceğini tahmin etmiştir herhalde. Ama dünyada en çok satılan resimlerden birinin kendisininki olacağını düşünemezdi. Görüyorsa oralardan, ne hissettiğini merak ediyorum.

Anıttan ayrılırken kocaman bir Chavez resmiyle karşılaşıyoruz. Küba, zor günlerinde kendisine destek olan devler başkanını unutmamış.

Adadaki son gecemizi Havana'da geçireceğiz, vakit kaybetmeden yola çıkıyoruz. Yolda yemek için duracağımız yerde karides ve dilersek timsah eti deneyebileceğimiz söyleniyor. Oraya gidince yine aynı soruyla karşılaşıyoruz: Tavuk mu, balık mı. Israrla timsah anlatmaya çalışıyorum, ama yok. Buralarda beklenen her şey olmuyor.

2 Ekim 2013 Çarşamba

KÜBA - TRİNİDAD II

Sabah erkenden deniz kıyısındayız. Bir-iki saatlik bir yolculuktan sonra bir adaya ulaşıyoruz. Bir kısmımız dalış yapmak üzere başka bir tarafa giderken, biz keşfe çıkıyoruz. Kumların arasından çıkan palmiye ağaçları ile turistik broşürlerde gördüğümüz fotoğraflara çok benziyor. Kıyı taşlık, deniz yosunlu. su hiç serinletici değil. Buna rağmen azmedip denize girdiğimize hiç pişman olmuyoruz. Çünkü bir kaç adım sonra çevremizde balıklar gezinmeye başlıyor. Şnorkele alışık değilim, ama becerebildiğim kadarıyla dalıp etrafı seyretmeye başlıyorum. Çok güzel.


Öğlen deniz ürünlü paella yiyoruz. Ardından yine değişik kokteyller ikram ediliyor. Balık manzaralı bir öğleden sonra geçiriyoruz. Akşam döndüğümüzde bir de kaldığımız yerde denize giriyorum. Ama bir gün önce girenlerin uyarılarını dikkate alıp fazla açılmıyorum. Açıklarda gezen denizanaları, günlerce geçmeyecek izler bırakıyor. 

Bir önceki akşamın verdiği şevkle, yorgunluğa aldırmadan yeniden şehre iniyoruz. Bu kez Casa de la Musica'ya gidiyoruz. Daha büyük, daha meşhur bir yer, canlı gösteriler yapılıyor burada. Büyük bir meydandayız, esinti sıcağı hissettirmiyor. Ama sahneye uzak olduğumuz için sadece seyrediyoruz. Danslar güzel, ama dünkü gibi havaya giremiyoruz bir türlü. Belki böylesi daha iyi oluyor, zamanı gelince nazlanmadan hemen kalkıyoruz.

Sabah Kübalılara özgü değişik bir araçla tanışıyoruz. Rus malı tankları tankları kamyon haline getirmişler, ve bu kamyonları toplu taşıma aracı olarak kullanıyorlar. Şehirlerde görmüştük, bu kez yakından karşılaşma fırsatını yakalıyoruz. Bildiğimiz kamyon kasasının içine beş altı sıra ikişerli koltuklar koymuşlar, üstlerine de güneşten koruma amaçlı bir tente yerleştirmişler, hepsi bu. Bizi tropik orman yürüyüşüne götürmek üzere otelimizden alıyor. 




Havanın sıcaklığına aldanıp incecik kıyafetlerle yola çıktığıma pişman oluyorum. Serin dağ havasında, oldukça havadar olan kamyonda seyahat ederken çantamda ne varsa çıkarıp üst üste sarınıyorum. Neyse ki yürüyüşe başladığımızda her şey yoluna giriyor. Tropik orman, haliyle yeşilin her tonunu görebiliyoruz. Sadece o değil, Küba'nın ulusal kuşu kabul edilen tocororo kuşu ile de tanışıyoruz. Görmemle uçması bir oluyor. Küba bayrağının renklerini taşıyan kuş, yalnızca bu adada bulunuyor. Basit tırmanışlar, tek bir kütükten oluşan köprüler, mağaralar derken çağlayan karşımıza çıkıveriyor. Dibindeki göle girerken adada ilk defa içim ürperiyor.

Yürüyüş sonrası kocaman bir tesiste önden ikram edilen kokteyllerimizi, sonra da yemeğimizi bitirip derhal yola çıkıyoruz. Yolda değişik meyveler satan bir kulübenin önünde duruyoruz. Bu kez tattığımız meyve mamey. Etli kısmı balkabağına benziyor. Aynı renk ve görünümde. Ama tadı bambaşka. Yumuşak, tatlı bir meyve. Diğer meyvelerden çok daha fazla beğeniyorum.

Akşam yine bir tatil köyündeyiz. Şehre pek yakın değiliz, akşam ne yapabiliriz diye düşünürken değişik bir programa denk geliyoruz. Defile yapılıyor. Böylece hayatımda ilk defa, hem de en ön sıradan izleyebildiğim bir defileye katılmış oluyorum. Bizim için değişik bir anı.

30 Eylül 2013 Pazartesi

KÜBA - TRİNİDAD I

Trinidad yolunda bir botanik bahçesini ziyaret ediyoruz. 1901 yılında kurulan bu bahçede bugün 2000 çeşitten fazla bitki var. Orkideler, palmiye ağaçları ve diğer tropik bitkileri görüyoruz. Aklımda kalanlar kahve, karabiber, kaju ve koka ağaçları. Bir de ağaçların üzerinde yetiştirilen rengarenk orkideler.


Trinidad, pek çok Küba şehri gibi zamanın durduğu bir yer. Yeni yapılar yok gibi, binalar yıpranmış, ama bahçeler bakımlı. Küçücük bahçelerinde kısıtlı paralarıyla harikalar yaratmışlar. Bahçesi olmayan da, aynı bizdeki gibi kapısının önüne saksıları dizmiş. Şehir merkezi Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde.

Öğlen yemeğini sokak arasında bir lokantada yiyoruz. Mercimek ve pirinç pilavı yan yana sunuluyor tabakta. Bu geleneksel yemek Küba insanının siyah ve beyaz kültürlerin karışımı olduğunu temsil ediyor. Her zaman olduğu gibi küçük bir müzisyen grubu bize eşlik ediyor.

Romantik Müze, zamanında şehrin en zengin ailelerinden birinin malikanesi olarak yapılmış. İspanyol asillerinin yaşam tarzının sergilendiği müzedeki eserlerin çoğu eski sahiplerinden kalma eşyalar. Resimler, mücevherler, mobilyalar, gümüşler ve diğer malzemeler, şehre hakim bir tepeye inşa edilmiş binada sergileniyor.

Şehri gezdikten sonra soluklandığımız yerde bize canchanchara ikram ediliyor. Bal, limon suyu ve romdan yapılan bu içkiye pek ısınamıyorum. Tatlı içki sevenler için güzel gelebilir.


Şeker Fabrikaları Vadisinde, sömürge yıllarından kalma bir çiftliği ziyaret ediyoruz. Şeker kamışından nasıl şeker çıkarıldığını bizzat deneyerek görüyoruz. Bu zahmetli işte ve tarlalarda kölelerin kaytarmadan çalıştıklarını görebilmek için mal sahibi çiftliğe yüksek bir kule dikmiş.  

Akşamüstü tatil köyüne varıyoruz. Trinidad'da kalınacak iki yer var, rehberimizin söylediğine göre ikisi de aynı tarz. Burada ciddi olarak sivrisineklerden rahatsız oluyoruz. Odaları ilk katta olan arkadaşlar ise yengeçlerle istemedikleri düzeyde bir samimiyet içinde buluyorlar kendilerini. Doğayla iç içe yaşamak dedikleri bu olsa gerek...

Akşam Trinidad sokaklarında gezmeye çıkıyoruz. Gezinin sonunda geleneksel Küba müziği ve danslarıyla tanışabileceğimiz Casa de la Trova'ya giriyoruz. Klüp kuytu bir yerde, yaprak kımıldamıyor. Onun dışında bir şikayetimiz yok, elimize geçeni yelpaze gibi kullanarak pisttekileri seyrediyoruz.  İki tür dansçı var. Çocukluğundan beri dans eden, yaşlısından gencine Kübalılar, ve bunun dersini almış, pratiğini geliştirmek isteyen turistler. İlk gruptakiler bu işi yemek yer, su içer gibi yapıyor. Gösteriş yok, müziğin ritmine göre dönüyorlar. İkinci grup gösterişçi diyemem, ama iddialı. Öğrendikleri tüm figürleri ardı ardına yapıyor, haliyle pistin büyük bir bölümünü kullanıyorlar. İçlerinde çok güzel dans edenler var, ama bir türlü ilk grup gibi olamıyorlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde kolumuzdan çekiliyor, kendimizi pistte buluyoruz. Öncekiler gibi figürler çıkartamasak da, orada müziğin ritmine uygun hareket etmek bize o kadar iyi geliyor ki, bir süre sonra rehberimizin gitme zamanı uyarısını anlamazdan geliyoruz. Bir şey söylemiyor, ama kendini yaramaz bir sınıfa öğretmenlik yapıyor gibi hissettiğinden eminim.

27 Eylül 2013 Cuma

KÜBA - HAVANA - MATANZAS - CIENFUEGOS

Ertesi sabah, El Caballero de Paris (Parisli Bey) ile tanışıyoruz. Aklını kaybettikten sonra Havana sokaklarında yaşayan, tanımadıklarından asla para kabul etmeyen, yaşam felsefesi, din, politika ve güncel konular hakkında etrafındakilerle sohbet eden bu renkli kişi 1985'te öldükten sonra bire bir boyutta bronz heykeli yapılmış. Şans getirdiğine inanılan sakalına ben de dokunup ülkem için güzel günler diliyorum.

Havana'dan Matanzas'a doğru yola çıkıyoruz. Küba'nın ikinci büyük şehrinde artık müze olan Avustralya Şeker Yapımevini ziyaret ediyoruz. Bizi yıllar öncesinden kalma bir kara trene bindirip tarım alanına götürüyorlar. Toprak inanılmaz verimli, dev bitkiler yetişiyor. Benim tanıyabildiklerim muz ve mango ağaçları. Şeker kamışının tadına bakıyorum. İlkokulda tesadüfen karşıma çıkan bu bitkiyi pırasaya benzetmiştim. Buradaki kereviz sapını andırıyor. Oldukça lifli, şekerli suyu bittikten sonra kalanı yutamıyorum. Yanında tropikal meyvelerden ikram ediliyor. Hemen oracıkta küçük bir müzik ve dans gösterisi yapıyorlar bize. Yıllar önce birisi bana burada köpeklerin bile dans eder gibi yürüdüğünü söylemişti, doğruymuş! Ardından, hamile palmiye ağacının özsuyunu önümüzde çıkarıp tattırıyorlar. Tatlımsı, tuhaf bir şey. Tatlı içecekleri pek sevmediğim için fazla vermediklerine seviniyorum.


Yolumuza devam ediyoruz. Cienfuegos sevimli bir şehir. Eskiden zenginlerin sayfiye yeriymiş. Evler Havana'ya göre biraz daha bakımlı, daha renkli. Elhamra Sarayını andıran bir evi geziyoruz. Bir köle tüccarının malikanesi. Granada'daki saraya hayran olup bir benzerini buraya yaptırmış. Terasına çıkıp birer mojito içiyoruz. Bizde hemen bir çay ikram edilir ya, burada da mojito ve benzeri kokteyller aynı durumda. Bir yere girer girmez hemen bir kokteyl sunuluyor. Burada bir süre vakit geçirdikten sonra 
otelimize geçiyoruz, orada da turuncu bir kokteyl içiyoruz!

Bütün Küba içinde en çok bu şehri sevdim desem yalan olmaz. Büyük şehir havası yok, belki de beni o etkiledi. Yemek sonrası sokakları geziyoruz. Fransızlar tarafından kurulmuş, daha sonra valinin adıyla anılan bir İspanyollar kasabası haline gelmiş. Müzik çalınan yerler var, ama geç vakit başlayacağı için otelimize geri dönüyoruz. Yemekte bize eşlik eden grup yok, ama terasın manzarası çok güzel. Sakin sakin manzaranın tadını çıkarıyoruz.

Ertesi sabah şehri gezmeye devam ediyoruz. Kocaman gövdeli tropik ağaçlar görüyoruz. Yere değen dallar yeniden kök verdiği için ağaçların gövdesi orta halli bir oda büyüklüğüne erişebiliyor. Unesco koruması altında olan şehir,  koloniyel mimari açısından bir cennet. Zamanında Enrico Caruso, Sara Bernhardt gibi sanatçılara ev sahipliği yapan Tomas Terry Tiyatrosuna şehrin şeker plantasyonu sahiplerinden birinin adı verilmiş.  José Marti Parkında oturup bu güzel şehrin havasını soluyoruz.