30 Eylül 2013 Pazartesi

KÜBA - TRİNİDAD I

Trinidad yolunda bir botanik bahçesini ziyaret ediyoruz. 1901 yılında kurulan bu bahçede bugün 2000 çeşitten fazla bitki var. Orkideler, palmiye ağaçları ve diğer tropik bitkileri görüyoruz. Aklımda kalanlar kahve, karabiber, kaju ve koka ağaçları. Bir de ağaçların üzerinde yetiştirilen rengarenk orkideler.


Trinidad, pek çok Küba şehri gibi zamanın durduğu bir yer. Yeni yapılar yok gibi, binalar yıpranmış, ama bahçeler bakımlı. Küçücük bahçelerinde kısıtlı paralarıyla harikalar yaratmışlar. Bahçesi olmayan da, aynı bizdeki gibi kapısının önüne saksıları dizmiş. Şehir merkezi Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde.

Öğlen yemeğini sokak arasında bir lokantada yiyoruz. Mercimek ve pirinç pilavı yan yana sunuluyor tabakta. Bu geleneksel yemek Küba insanının siyah ve beyaz kültürlerin karışımı olduğunu temsil ediyor. Her zaman olduğu gibi küçük bir müzisyen grubu bize eşlik ediyor.

Romantik Müze, zamanında şehrin en zengin ailelerinden birinin malikanesi olarak yapılmış. İspanyol asillerinin yaşam tarzının sergilendiği müzedeki eserlerin çoğu eski sahiplerinden kalma eşyalar. Resimler, mücevherler, mobilyalar, gümüşler ve diğer malzemeler, şehre hakim bir tepeye inşa edilmiş binada sergileniyor.

Şehri gezdikten sonra soluklandığımız yerde bize canchanchara ikram ediliyor. Bal, limon suyu ve romdan yapılan bu içkiye pek ısınamıyorum. Tatlı içki sevenler için güzel gelebilir.


Şeker Fabrikaları Vadisinde, sömürge yıllarından kalma bir çiftliği ziyaret ediyoruz. Şeker kamışından nasıl şeker çıkarıldığını bizzat deneyerek görüyoruz. Bu zahmetli işte ve tarlalarda kölelerin kaytarmadan çalıştıklarını görebilmek için mal sahibi çiftliğe yüksek bir kule dikmiş.  

Akşamüstü tatil köyüne varıyoruz. Trinidad'da kalınacak iki yer var, rehberimizin söylediğine göre ikisi de aynı tarz. Burada ciddi olarak sivrisineklerden rahatsız oluyoruz. Odaları ilk katta olan arkadaşlar ise yengeçlerle istemedikleri düzeyde bir samimiyet içinde buluyorlar kendilerini. Doğayla iç içe yaşamak dedikleri bu olsa gerek...

Akşam Trinidad sokaklarında gezmeye çıkıyoruz. Gezinin sonunda geleneksel Küba müziği ve danslarıyla tanışabileceğimiz Casa de la Trova'ya giriyoruz. Klüp kuytu bir yerde, yaprak kımıldamıyor. Onun dışında bir şikayetimiz yok, elimize geçeni yelpaze gibi kullanarak pisttekileri seyrediyoruz.  İki tür dansçı var. Çocukluğundan beri dans eden, yaşlısından gencine Kübalılar, ve bunun dersini almış, pratiğini geliştirmek isteyen turistler. İlk gruptakiler bu işi yemek yer, su içer gibi yapıyor. Gösteriş yok, müziğin ritmine göre dönüyorlar. İkinci grup gösterişçi diyemem, ama iddialı. Öğrendikleri tüm figürleri ardı ardına yapıyor, haliyle pistin büyük bir bölümünü kullanıyorlar. İçlerinde çok güzel dans edenler var, ama bir türlü ilk grup gibi olamıyorlar. Gecenin ilerleyen saatlerinde kolumuzdan çekiliyor, kendimizi pistte buluyoruz. Öncekiler gibi figürler çıkartamasak da, orada müziğin ritmine uygun hareket etmek bize o kadar iyi geliyor ki, bir süre sonra rehberimizin gitme zamanı uyarısını anlamazdan geliyoruz. Bir şey söylemiyor, ama kendini yaramaz bir sınıfa öğretmenlik yapıyor gibi hissettiğinden eminim.

27 Eylül 2013 Cuma

KÜBA - HAVANA - MATANZAS - CIENFUEGOS

Ertesi sabah, El Caballero de Paris (Parisli Bey) ile tanışıyoruz. Aklını kaybettikten sonra Havana sokaklarında yaşayan, tanımadıklarından asla para kabul etmeyen, yaşam felsefesi, din, politika ve güncel konular hakkında etrafındakilerle sohbet eden bu renkli kişi 1985'te öldükten sonra bire bir boyutta bronz heykeli yapılmış. Şans getirdiğine inanılan sakalına ben de dokunup ülkem için güzel günler diliyorum.

Havana'dan Matanzas'a doğru yola çıkıyoruz. Küba'nın ikinci büyük şehrinde artık müze olan Avustralya Şeker Yapımevini ziyaret ediyoruz. Bizi yıllar öncesinden kalma bir kara trene bindirip tarım alanına götürüyorlar. Toprak inanılmaz verimli, dev bitkiler yetişiyor. Benim tanıyabildiklerim muz ve mango ağaçları. Şeker kamışının tadına bakıyorum. İlkokulda tesadüfen karşıma çıkan bu bitkiyi pırasaya benzetmiştim. Buradaki kereviz sapını andırıyor. Oldukça lifli, şekerli suyu bittikten sonra kalanı yutamıyorum. Yanında tropikal meyvelerden ikram ediliyor. Hemen oracıkta küçük bir müzik ve dans gösterisi yapıyorlar bize. Yıllar önce birisi bana burada köpeklerin bile dans eder gibi yürüdüğünü söylemişti, doğruymuş! Ardından, hamile palmiye ağacının özsuyunu önümüzde çıkarıp tattırıyorlar. Tatlımsı, tuhaf bir şey. Tatlı içecekleri pek sevmediğim için fazla vermediklerine seviniyorum.


Yolumuza devam ediyoruz. Cienfuegos sevimli bir şehir. Eskiden zenginlerin sayfiye yeriymiş. Evler Havana'ya göre biraz daha bakımlı, daha renkli. Elhamra Sarayını andıran bir evi geziyoruz. Bir köle tüccarının malikanesi. Granada'daki saraya hayran olup bir benzerini buraya yaptırmış. Terasına çıkıp birer mojito içiyoruz. Bizde hemen bir çay ikram edilir ya, burada da mojito ve benzeri kokteyller aynı durumda. Bir yere girer girmez hemen bir kokteyl sunuluyor. Burada bir süre vakit geçirdikten sonra 
otelimize geçiyoruz, orada da turuncu bir kokteyl içiyoruz!

Bütün Küba içinde en çok bu şehri sevdim desem yalan olmaz. Büyük şehir havası yok, belki de beni o etkiledi. Yemek sonrası sokakları geziyoruz. Fransızlar tarafından kurulmuş, daha sonra valinin adıyla anılan bir İspanyollar kasabası haline gelmiş. Müzik çalınan yerler var, ama geç vakit başlayacağı için otelimize geri dönüyoruz. Yemekte bize eşlik eden grup yok, ama terasın manzarası çok güzel. Sakin sakin manzaranın tadını çıkarıyoruz.

Ertesi sabah şehri gezmeye devam ediyoruz. Kocaman gövdeli tropik ağaçlar görüyoruz. Yere değen dallar yeniden kök verdiği için ağaçların gövdesi orta halli bir oda büyüklüğüne erişebiliyor. Unesco koruması altında olan şehir,  koloniyel mimari açısından bir cennet. Zamanında Enrico Caruso, Sara Bernhardt gibi sanatçılara ev sahipliği yapan Tomas Terry Tiyatrosuna şehrin şeker plantasyonu sahiplerinden birinin adı verilmiş.  José Marti Parkında oturup bu güzel şehrin havasını soluyoruz. 

26 Eylül 2013 Perşembe

KÜBA - HAVANA III

Morro kalesine uğruyoruz. Kale, İspanyollar tarafından 1589'da limanın tam girişine yapılmış. Buradan şehrin manzarası müthiş. Tehlike anında karşı taraftaki La Punta kalesinden buraya doğru bir zincir çekilirmiş. Ama bu zincirler aynen Haliç'te olduğu gibi işe yaramamış, ve adayı İngilizler ele geçirmiş. Bir süre sonra İngilizler adayı Florida karşılığında İspanyollara geri vermişler.


Bağımsızlık savaşlarında yüzlerce insanın öldüğü kale, bugün müze olarak kullanılıyor. Eski günlerde 21:00'de şehir kapılarının kapandığını belirten top atışı devam ediyor, ama yetişemeyeceğiz. 1490'larda Christoph Colomb adayı keşfediyor. Ölümünden sonra oğlu, adadaki en büyük katliamı yapıyor. Öyle ki, zaman içinde yerlilerin sayısı beşte birine düşüyor. Ada 16. yüzyıl sonuna kadar fazla bir önem taşımıyor. Ancak anakaraya giderken bir mola yeri olarak yararlanılıyor. Florida takasıyla İspanyollara geçerken yerlilerin kullandığı tütün keşfedilmiş, adada şeker kamışı üretimi başlamış durumda.Tarlalarda çalıştırmak üzere köleler getirtiliyor.

1800'lerin ikinci yarısında bağımsızlık hareketleri başlıyor. Ancak ilk savaşta 50,000 Kübalı ve 200,000 İspanyol adalı hayatını kaybediyor, ve ada İspanyol sömürgesi olarak kalıyor. 25 yıl sonra, 1890'larda José Marti ikinci bağımsızlık hareketini başlatıyor. İkinci savaşta da 300,000 Kübalının ölümü mutlu sonu getirmiyor.  Adalılar tam savaşı kazanmak üzereyken, "gemimizi batırdılar!" bahanesiyle ABD adayı ele geçiriyor.1902'de ABD, Küba'ya bağımsızlığını ilan ettiriyor, ancak elini üzerinden çekmiyor. Ada mafya, fuhuş ve kumar cenneti olarak ünleniyor.

Bir sonraki durak anıtsal Capitolio. ABD senato binasının kopyası. Eski Kongre Binası, devrimden sonra ziyarete açılmış, kapalı yerde duran dünyanın üçüncü büyük heykelinin de sergilendiği bir müze ve kongre salonu haline getirilmiş. Restorasyonda olduğu için içeri giremiyoruz. Yanındaki Büyük Tiyatro, opera ve bale gösterileri için kullanılıyor.


Parque Central'da José Marti heykelinin yanından Floridita'ya doğru yürüyouz. Ernest Hemingway'in heykeli bara yaslanmış bize bakarken, pek sevdiği daiquiri kokteylini içiyoruz. Yanında yine muz kızartması, bir süre daha yesem alışacağımı düşünüyorum. Tamamen turistlere yönelik bu barda yine bir gruptan canlı müzik dinliyoruz. Duvarlarını yazarın fotoğrafları süslüyor.


Katedral Meydanına giderken, çıktığımız barın da bulunduğu Obispo Caddesini kullanıyoruz. Havana'nın en renkli caddelerinden biri, en bilinen mekanlar, turistik eşya satılan yerler, sanat galerileri falan hep burada. Yolumuzun üzerinde Sancho Panza, eşeğinin üzerinden bize selam yolluyor. Katedral, birbirine benzemez çan kuleleriyle şaşırtıcı. Meydandaki diğer binaların da çoğu bakımlı duruyor. Şehir elden geçiriliyor. Otelimize dönerken biz de Simon Bolivar'ı selamlıyoruz.

Şehir dev bir sauna ya da hamam gibi. En sıcak odaya geçmeden önce durulan yer vardır ya, işte öyle. Bazı arkadaşların üzerindeki giysiler dolaşırken sırılsıklam oluyor. Hava öyle nemli ki, astığınız eşyalar güneş görmeyen bir yerdeyse asla kurumuyor. Balkonlarda asılı çamaşırlara şaşkın şaşkın bakıyoruz. Bazı hanımlar çamaşırları nemliyken ütülemeyi severler. Burada  o keyfi yaşamak için fazladan bir çaba göstermeye gerek yok, ipten alınan çamaşırlar her zaman nemli.

Akşam Klüp Tropicana'dayız. Paris'te Lido nasıl bir şeyse, burada da Tropicana öyle. Devrim öncesi Nat King Cole gibi ünlü sanatçıların şarkı söylediği klüp, şimdi birbirinden renkli dans gösterilerinin yapıldığı bir mekana dönüşmüş. Şortla, bermudayla girmek yasak. Girişte kadınlara karanfil, erkeklere puro ikram ediliyor. Kadın arkadaşlardan biri ben de puro almak istiyorum deyince "yalnızca erkeklere" cevabını alıyor. Cinsiyet ayrımcılığı için rejim fark etmiyor.

Gösteri sırasında Cuba Libre içiyoruz. Rom, kola ve misket limonundan yapılan bu içki de favorilerim arasına giremiyor.

25 Eylül 2013 Çarşamba

KÜBA - HAVANA - II

İlk durağımız Devrim Meydanı. Dünyanın en büyük meydanlarından biri. Merkezinde José Marti anıtı, meydanı çevreleyen binalarda pek çok resmini gördüğümüz Che Guevara'nın metal portresi yer almakta. Başka bir binanın duvarında da Camilo Cienfuegos'un portresini görüyoruz. Küba'da devrime öncülük eden, ama genç yaşta kaybedilen iki lider, meydana gelenleri selamlıyor. Meydanda gezinirken eski, yeni türlü arabalar, motorsikleti andıran cocotaksiler, ve bisikletli taksiler önümüzden geçiyor.




Sonraki durağımız Otel Nasyonal. Burası devrimden önce Al Capone dahil pek çok şaibeli kişinin çokça vakit geçirdiği bir yer. Herhalde kumar oynanıyor, planlar yapılıyordu. Şimdi bol resimli lobisinde burada kalmış ünlüleri görebiliyor, dilersek barında bir kokteyl alabiliyoruz. Yemyeşil bahçesinde geziniyoruz. Otelden çıkışta, kapının önünde duran eski model ama pırıl pırıl bir araba görüyoruz. Eski arabaların bazıları o kadar temiz ve güzel ki, antika olarak değerlidir diye düşünüyorum.



Ardından Devrim Müzesi'ne giriyoruz. Burası, Batista'nın Başkanlık Sarayı olarak kullandığı ve devrim sırasında arka kapısından kaçıp gittiği bina. Girişte, merdivenlerin başında kurşun delikleri karşılıyor bizi. Devrim öncesi yapılan saldırılardan birinin anısı. Yukarıda devrimle ilgili türlü araçlar, silahlar, yazılar ve fotoğraflar sergileniyor. En fazla aklımda kalan, Che'nin delikanlılık yıllarından kalma bir toplu fotoğraf. Yüzü tanıdık geliyor, ama çıkaramıyorum. Yerel rehberimiz söylemeseydi bilemezdim. Bende nasıl bir ifade belirdiyse artık, gülmeye başlıyor ve epey bir gençlik hali diyor. Çıkışta devrim öncesi kullanılan yat ve arabalar sergileniyor. Bir de dört dev karikatür. Batista, Reagan, baba ve oğul Bush'lara teşekkür ediliyor. Sırasıyla devrimi gerçekleştirmelerine, güçlendirmelerine, sağlamlaştırmalarına ve geri dönülemez hale getirmelerine yardım ettikleri için.


Yemek zamanı. Canlı müzik eşlik ediyor bize. Neşeli tonlar, yan masadaki turistleri piste çekiyor. Bu arada masaya cipse benzer bir atıştırmalık geliyor, tadını bir şeye benzetemiyorum. Yuvarlak ve çıtır çıtır. Meğer muz kızartmasıymış! Muzu ilk defa bu şekilde görüyorum. Yemekten sonra tüm Küba'da görmeye alışacağımız bir manzara ile karşılaşıyoruz. Müzisyenler önden bahşiş topluyor, sonra da CD'lerini satmaya çabalıyorlar.


Yemekten sonra 500 yıllık Armas Meydanı. Burada daha sonra göreceğimiz Kent Müzesi, ortada sahaflar, kenarda serinlemek için oturup bir şeyler içtiğimiz kafeler var. Çok hoş, otantik bir yer, kendinizi unutup saatlerinizi geçirebilirsiniz. Yine benim dikkatimi çeken alakasız bir şey oluyor, köpeklerin boyunlarında kimlikleri var. Naylon kılıflı, bizim ehliyet büyüklüğünde kağıtlar. Köpeklerden birinin yanına gidiyorum, derhal uzaklaşıyor. O yüzden ne yazdığını göremiyorum.

Prado'ya (Kordon) doğru yola çıkıyoruz. Caddenin bir tarafında aynı bizim Kordon'un eski hali gibi deniz ve oturmak için kalın beton set var. Kara tarafında, emperyalizme meydan okumuş dünya liderlerinin büstleri yer alıyor. Baştan ikinci sıradaki Atatürk'ü ziyaret ediyoruz. "Yurtta sulh, cihanda sulh" önden Türkçe, altında İspanyolca yazılmış. Ülkemizi ve Taksim'i bir kez daha anarak yolumuza devam ediyoruz.


24 Eylül 2013 Salı

KÜBA - HAVANA I

"Gözlerin bu güne dek görmüş olduğu en güzel şey!"

Bu lafı Christoph Colomb Küba'ya çıktığı zaman söylemiş. Bizim duygularımız karışık. Memleketten güzel haberler alma derdindeyken, İzmir'den Havana'ya beklemeler dahil 24 saatte geldiğimiz için biraz sersemlemiş durumdayız. Bu şartlar altında etrafımıza bakıyor, yemyeşil manzaranın  olabildiğince tadını çıkartmaya çalışıyoruz. Klimalı otobüsümüz Çin malı. Geçen seneye kadar eski otobüslerle seyahat edildiğini, bunların yolda en az bir kez bozulduğunu, kenara çekilen her aracın yanında diğerlerinin durduğunu, imece usulü tamir edilip yola çıkıldığını öğreniyoruz. Yeni otobüslerin tek dezavantajı, birbirinin aynı olması. Yani birden fazla otobüsün geldiği bir yerdeyseniz, bir de benim gibi hemen paniğe meyilli biriyseniz tehlike altındasınız! Hangi otobüs? Bunu bilmenin tek yolu, tecrübeli ve akıllı bir arkadaşımın yaptığı gibi otobüsün yazılarının arasındaki numarayı ezberlemek. Mesela bizimki 124 idi, Bunu kolayca yakalayamayabilirsiniz, ama bilerek bakınca hemen görebiliyorsunuz.


İlk gün otelde dinlenmek yerine hemen dışarı çıkıyoruz. Sanki 24 saattir yollarda olan biz değiliz, hemen çevreyi gezmeye başlıyoruz. Etrafta çok müze var, bunlardan bir kısmını sonradan gezeceğiz. Ama mesela Çikolata Müzesini gezme imkanı bulamayacağız. Ne zaman önünden geçsek kapalı, bir türlü denk getiremeyeceğiz. Sokakları, meydanları dolaşıyoruz. Bir zamanlar zengin olan, ama şimdi fakirleşmiş bir ailenin evinde gibi hissediyorum kendimi. Bakıma alınan bazı binalar boyanmış, bazıları dökülüyor. Ama hepsi temiz, hepsi kullanılıyor. Giyile giyile yıpranmış, rengi solmuş, ama temiz ve ütülü bir ipek elbise gibi duruyor Kübalıların üzerinde.

Aynı zamanda imalat da yapan bir biracıda günü bitiriyoruz. Daha çok yerli halkın geldiği bir yer burası. Boş masa bulmak zor. Biz de tam kadro değiliz, küçük bir masanın etrafına sıkışmaya razı oluyoruz. Çok tüketildiğinden midir, fazla soğuk değil biralar. İçerideki imalathaneyi de gezdikten sonra otelimize dönüyoruz.

Tüm gezi boyunca yemeklerde aynı soruyla karşılaşacağız: Tavuk mu, balık mı. Bu memlekette sığır ve koyun eti fazla tüketilmiyor. Hatta iyice ihtiyarlamadan sığırları kesmek yasak diye duyuyoruz. Bunun yanında meyveler çok çeşitli. Ananas, papaya, guava (aşk meyvesi) , avokado, mango, muz ve portakal. Tatlı olarak da sütlü bir tatlı, ya da dondurma ikram ediliyor.

Yemek sonrası yorgunluk kendini fena hissettiriyor. İzmir'de 22:30'da başlayan uçak yolculuğumuz, Türkiye saatiyle 22:00'de bitmişti, yine bizim saatle 05:00 gibi sallanarak odalarımıza çıkıyoruz. Arada 7 saat fark var.


Ertesi sabah erkenden uyanıyoruz. Memleketten gelen haberler pek iç açıcı değil, herkeste biraz burukluk var. Haberleşme imkanlarımız kısıtlı. İnternet yok, telefon kafasına göre bazen çalışıyor. En garantili olan mesaj, o bile her yerde gitmiyor. Herkes ne öğrendiyse, birbirine haber veriyor.


Sabah kahvaltısına meyve tabağı ve peynirlerle başlıyoruz. Meyve tabağında papaya, guava (aşk meyvesi), karpuz, ananas ve portakal var. Peynir tabağında yok yok! Gravyer, küflü peynir ve kamamber dahil pek çok çeşit var! Yalnız, ilk gün adam başı bir tane gelen peynir tabağı, ikinci gün her masaya bir tane olarak değişecek. Her birimize küçük yağ ve reçel paketi geliyor. İsteyene ayrıca omlet, yumurtalı ekmek falan da getiriyorlar. Kuvvetli bir kahvaltı yapıyoruz.

Otelimiz San Fransisco Meydanında. Buradaki San Fransisco Manastırında yıl boyunca konserler veriliyormuş. Otelimizin önünde Chopin olduğu söylenen bir heykel, az ötesinde de tamamen modern tarzda bir başka heykel daha var. Bir gün önce gezdiğimiz sokaklardan yeniden geçiyoruz. Yolumuzun üzerinde Buenavista Social Club'ın afişini görüyoruz. Gezimizin son gününde onları izlemeye geleceğiz buraya.